18 Nisan 2008 Cuma

Ziya Gökalp



Necip Fazıl Kısakürek'in “Sahte Kahramanlar” isimli eserinde Ziya Gökalp’ten bahsettiği kısım:


Ziya Gökalp... Mehmed Ziya... 1875’de, Diyarıbekir’de doğdu. Dinde lâûbali baba terbiyesi aldı. Diyarbekir’de Rüştî ve İdadî tahsilini bitirdi. Fransızcaya çalıştı.Ziya Gökalp kurtuluş getirecek büyük mütefekkirin yakınlarına kadar yaklaşmıştır. Fakat girememiştir içeriye; ve tam aksine, dönmüş, her şeyini feda etmiş. ( Feliks Kulpa ) mânasındaki mütefekkirin tâ kendisi olmuştur. Demin dokunduğumuz nefs muhasebesinden bir şey yaşar gibi oluyor onda... Genç çağında kendisini vuruyor. İçinde yaşadığı yeni ve sahte dünyaya inanamaz oluyor. Dayanamıyor bu sahte âleme ve hakikati arıyor. İntihar ediyor. Kurtarıyorlar onu...Bu bir nefs muhasebesi başlangıcıdır. Fakat kendisini saadete götüremedi. Aksine, tersine götürdü. İstanbul’da Baytar mektebine giriyor. Yarım tahsil... İttihat ve Terakki hareketi... Selanik... “Genç Kalemler” dergisi... Ve ittihadın “Merkez-i Umumî” âzası, ( İdeolog )u, fikriyatçısı oluyor. Sade Türkçe ve Türkçülük cereyanının sahibi... Bu sade Türkçede hizmeti vardır. Benim neslim, ana dilimizle yazanlar, o cereyana borçluyuz kendimizi... Yalnız burada bir incelik var. Sade Türkçe ile uydurma Türkçe arasındaki fark... Biri anamın babamın dili, öbürü kurbağaların dili...

Türkçülüğüne gelince...

( Feliks Kulpa )ların en büyüğü... Çünkü kendi ( orijinal ) bir filozof değildi. Bir sistemin sahibi değildi, bir esas getirmedi. E. Durkheim ( Emil Dürkaym ) isimli ( sosyolog ) ve filozof bir Fransızın kopyacısı oldu. Kopyayı da aslına sadık kalarak yapmadı. Çünkü – burası en ince nokta – ( Emil Dürkaym )ın kafasında, anlayışında, milliyetçilik, ruhî muhtevânın, yani inanılan şeyler mecmuunun, bilhassa dinin, o milletin hususiyetlerine serptiği renkler ve çizgilerden meydana gelme duygu... Milliyetçilik budur! O, bunu, İslâmiyeti kaldırıp yerine bir şey getirmek suretiyle telafi yoluna saptı. Yani Reşat Paşadan beri gelen İslam düşmanı hareketi, İslamın ruhunu anlayıp ona göre çürüğe çıkaracağı yerde, aksini yaptı. İslam düşmanlığında hepsinden ileri gitti. Fakat temelsizliğini de anladı, İslam yerine Türkçülüğü getirmeye kalktı. Binaenaleyh, bilinmesi lazımdır ki, - kimsenin taassubuna hitap etmiyorum; yalnız, hal ve vicdan duygusuna hitap ediyorum ! – İslamiyetin yaptığı o muazzam fütühatın, ruhî ve maddî o muazzam hamlenin yerine, manevî bir unsur olarak ırkçılığı getirdi. Evvelâ ustasına ( Dürkaym ) sadakatsizlik gösterdi. Çünkü ( Emil Durkaym )ı okuyan, milliyetçiliğin ruhî muhteva üzerinde tecelli ettiği ( doktrin )inden ötürü, onun kıymeti İslamiyete vermesi gerektiğini anlar. Hem onun çırağı oldu, hem de ustasına, ustasının ( doktrin )ine sadakatsizlik etti. Felsefe tahsili yapanlar bu hakikati bilir. Türkçülüğü de İslamiyeti bir şeyle değiştirmek için benimsedi. Buna vesika isteyenler benden derhal laboratuar tecrübesi kadar emin bir şekilde senet talep edebilirler. İki tane vesika: Birini şimdi okuyacağım. “Türkçülüğün Esasları”nı okuyanlar onun İslamiyete karşı tavrını anlar:

“Bir ülke ki, camilerinde Türkçe ezan okunur,

Köylü anlar mânasını namazdaki duanın,

Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’an okunur,

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdanın

Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!”

Bu şiiri yazan İslamiyeti feda ediyor demektir. Kuran’a Türkçe demek topyekûn İslam ölçülerini ve Allah’ı inkâr etmeye müsavidir. Çünkü Kuran ne şudur, ne budur – ne Türkistan, ne bilmem ne dediği gibi – ne de Arapçadır. Kuran Allah’ın Arapça üzere inzal ettiği öz kelamdır ve Arapça dâhil, hiçbir lisan ile kıyas ve iştirak kabul etmez bir keyfiyettir. Bu sırrı anlatabilmek ve anlayabilmek için, Yunus Emre’nin dediği gibi, bir ömür, toprakla kepeği birbirine karıştırıp yiyebilmek lazımdır.

Bu arada, Ziya Gökalp’in, Allah’a karşı tavrına ait bir müşahade... Tarihin ve kimsenin bilmediği bir hadise... Benim 40 yıllık bir hatıram!

Bundan 40 küsur yıl önce, Abdülhak Hamid’in evinde bir hanımefendiyle tanıştım. Bu hanımefendi, ömrü Avrupa’da geçmiş, ne Ziya Gökalp’i tanıyan, ne Türkiye’yi ve Türk Edebiyatını bilen, züppe, Avrupalılaşmış bir kimse... Kimsenin, kastla, ne lehine olabilir, ne aleyhine… Ben Abdülhak Hamid’e, Ziya Gökalp’in dinsizliğinden bahsederken birden doğruldu ve aynen şunları söyledi:

-İstanbul’a gelişlerimden birinde hastalandım ve Fransız hastanesinde yattım. Bitişiğimdeki odadan garip sesler geliyordu. Kim olduğunu, bu sesleri çıkaran hastanın kim ve ne olduğunu sordum. Meşhur Ziya Gökalp, dediler. Mebusmuş, profesörmüş... İsmini bile yeni duyuyordum. Öldüğü gece, başını duvarlara çarparak, sabaha kadar, Allah’a en galiz kelimelerle sövdü. O kadar fena oldum ki, bu hal karşısında, odamdan çıkıp başka bir yere sığındım. Öğrendiğime göre Allaha inanmazmış...

Hem Allaha inanma, hem ona söv! Duyulmamış, görülmemiş şey!

Ben bu konferansı ilk defa, Ankara’da, Dil-Tarih Fakültesi konferans salonunda verirken, tam bahis bu noktaya gelince biri ayağa kalktı ve bağırdı:

-Yalan! Olamaz!

Dinleyenlerin adam aleyhindeki sert tezahürlerini önledim ve adama hitap ettim:

-Yalan kelimesini nasıl ağzınıza alabiliyorsunuz?

Cevap verdi:

-Sizin için değil, o hanım için söylüyorum!

-Asıl o hanım yalancı olamaz! Zira şununla, bununla alakasız, şahsî âleminde ve dışarıyla irtibatsız bir kadın... Böyle şehadetler tarih ölçülerinde en makbulleridir. Onlara “istikrâî–kendiliğinden” vesika denilir ve hiçbir garaz ve ivaz kollamadığı için en emin şehadet göziyle bakılır. Bu ölçüyü muhafaza edecek olursanız, her türlü peşin kasttan âzade bu hanımı doğrularsınız!”

Kadın hakkında bu görüşüm tamamiyle yerindeyken, ille onun verdiği vesikayı istinat diye de bir şey yoktu ortada... Din ve İslam düşmanlığına Ziya Gökalp’in, bizzat eserleri şahitti. Fakat o hanımın şehadetinde de; kahraman sanılan zatın ruhundaki maraza ait korkunç bir delâlet tütüyordu.

(Sahte Kahramanlar / Necip Fazıl Kısakürek)

Hiç yorum yok: