3 Kasım 2008 Pazartesi

Dünden Bugüne Ülkücü Hareket'in Kısa Bir Analizi




Ülkücü bireyler olarak dün Türk-İslam medeniyetini yeniden ihya etme yolunda ideallerimiz, hayallerimiz vardı. Rüyalar görüyorduk. Türk dünyasını Turan`a dönüştürmeyi, Müslümanları ümmet şuuruna erdirmeyi ve tamamen maddeleşen ve hayvanileşen batıya karşı insanlığı kurtarmayı ve kucaklamayı kendimize ülkü edinmiştik.


Ülkümüzü gerçekleştirmek için kadrolar gerekiyordu. Kadroları eğitmek üzere memleketin dört bir tarafında Ülkü Ocakları inşa edildi. Bu ocaklarda imanlı, ahlaklı, onurlu, cesur, çağın gereksinimleriyle donanmış, davasına yürekten bağlı, ülkü erleri yetiştirmek gerekiyordu. Ocaklar bugün olduğu gibi dün de millet teminatının geleceği olan gençlikle ilgileniyor özellikle de liseli ve üniversiteli gençleri pişiriyor, geleceğe hazırlıyordu. Gençler, geleceğin mimarları, mühendisleri, doktorları, üniversite hocaları sanayicileri iş adamlarıydı. Teknolojiyi kavrayan ve kullanan, dünyayı tanıyan, tarihini bilen, dinini seven, milletinin sıkıntısını, derdini bilen onunla hemhal olan aydın, yönetici vasfına sahip kabiliyetli, şahsiyetli insanlardı. Yetiştirilen bu ülkücü kadrolar, meselelere getirdikleri çözümlerle, yavaş yavaş milletin gönlünde taht kurarken aynı zamanda devletin her kurumunda ve kademesinde görev almaya başlamışlardı. Bir büyüğümüzün dediği gibi “ya ülkücüler devletleşecek ya da devlet ülkücüleşecekti”. Yani ülkücüler devletleşiyordu.


Sonra bir el kendi iradesinin dışında bu kadro hareketini sokak çatışmalarına oradan zindanlara mahkûm etti. Sokaklardayken ağabeylerimiz kahpe kurşunlarla vuruldu, ağladık gözyaşımızı dahi silemedik. Bir sonbahar sabahı evimizin, ocağımızın önünden asker polis bizleri tek tek aldı ve dönüşü dahi belli olmayan zindanlara götürdü. Ne oldu? Nereye götürüyorsunuz? Sorusuna karşılığının ne olduğunu bilmediğimiz bir kelimeyle “ihtilal” oldu dediler. Belki ihtilal kelimesini biliyorduk fakat ne anlama geliyordu, ne ifade ediyordu çoğumuz farkında değildik.


Sonra... Sonrası malum cezaevinden çıkanların dahi devlet terbiyesiyle ar, edep sayıp -veya siz ne sayarsanız sayın- o dönemle ilgili ne konuştuklarını ne de yazdıklarını gördük. Çok zorladığımızda üstün körü anlattıkları kadarıyla biliyoruz ki ülkücü ağabeylerimizi misafir etmediler. İşkencelere tabi tuttular. Ama artık yeni nesil biliyor ki; Yusufyüzlülere analarının, eşlerinin, çoluk çocuklarının karşısında hakaret, eziyet ve işkence edildi. Ve yine bizler biliyor ve inanıyoruz ki siz dünün yiğit mert ülkü erleri; telkin, teklif ve işkenceler karşısında yılmadılar, yıkılmadılar, dönmediler, dönek olmadılar, satmadılar. Çünkü onlar inanmış iman etmiş ve o uğurda can vermiş ülkü erleriydiler. Dava adamlarıydılar. Velhâsıl adam gibi adamdılar.

Hareketin siyasi kadrosu mahkûm edilirken dışarıda kalan bir kısım ülkü devleri(!): üniversitelerdeki hocaları, kurumlarda makam mevki sahibi bürokratları, şehirlerdeki esnafları hatta MHP`nin siyasi tabanını dönemin iktidarlarına pazarlamaya kalktılar. Bu kişilerden -ya makam mevki uğruna ya da ülkücü hareketteki nasiplerinin tükenmesi nedeniyle- iktidarın kulu kölesi olanlar içinde siyasi ve ideolojik olarak ülkücü hareketin misyonunu tamamladığını yumurtlayanlar dahi çıkmıştı. Sağ iktidarlar zamanında bu bürokratlar kendilerini hep ülkücü olarak tanımlayıp sıfatlandırırken 1999`da MHP iktidar ortağı olduğunda görüldü ki bizim dediğimiz bu insanlar bizim değil. Başkalaşmış veya başkalarının olmuş.


Hasan DANAYİYEN

27 Haziran 2008 Cuma

MHP Erciyes Kurultayı Tarih Oluyor




MHP Erciyes Kurultayı tarih oluyor


Alparslan Türkeş'in ülkücüleri her yıl bir araya topladığı 'Erciyes Zafer Kurultayı' artık yapılmayacak. Bu kararın'Türkeş'in vasiyeti' olduğu belirtiliyor...


Türkeş'in her Türk devleti için bir kurultay yapılmasını istediğini belirten Korkmaz, "Bunu gerçekleştirdik. Son kurultayı Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için düzenledik. Böylece Başbuğ'un vasiyeti yerine getirilmiş oldu. Artık bitti." dedi. "İptal talebi genel merkezden mi geldi?" sorusuna 'hayır' karşılığını veren Korkmaz, kurultayı organize eden Kayseri il teşkilatının kendi inisiyatifiyle karar aldığını kaydetti. Erciyes Dağı'nın Tekir Yaylası'nda 18 yıldır yapılan Zafer Kurultayı, her yıl ağustos ayının ilk haftasında ülkücüleri bir araya getiriyordu.


Kurultay vesilesiyle her yıl ağustos ayının ilk haftasında Erciyes'in zirvesinde buluşan ülkücüler, 2 geceyi burada geçiriyordu. Artık kurultay düzenlemeyeceklerini söyleyen Kayseri İl Başkanı Süleyman Korkmaz, resmi açıklamanın 10 gün içinde yapılacağını belirtti. Korkmaz, "Kene korkusu, ülkücülere kurultay iptal ettirdi." iddiasının da doğru olmadığını bildirdi.


MHP'den üst düzey bir yönetici de, bundan sonra 'Erciyes Zafer Kurultayı' adı altında bir etkinlik yapılmayacağını doğruladı. Zafer Kurultayı yerine, daha dar, bölgesel şenlikler düzenleneceğini belirtti. Bunun ilkinin geçen yıl gerçekleştirildiğini belirterek şu bilgiyi verdi: "16 Türk devletini temsilen her yıl bir Zafer Kurultayı yapıldı. KKTC ile birlikte bu 17 oldu. Geçen yıl yapılan Zafer Kurultayı değildi. Dar kapsalı bir şenlikti aslında. Daha önce yapılan 17 Zafer Kurultayı, genel merkezinin organizasyonu çerçevesinde yapılıyordu." 17 yıl boyunca ülkücüleri konuk eden Tekir yaylası renkli olaylara sahne oldu. En coşkulu kurultaylar hiç şüphesiz ki Türkeş'in döneminde geçti. İlginç olaylar, diyaloglar yaşandı. Bozkurt heykeliyle ilgili olay bunların başında geliyor. Bursa ülkü ocaklarına mensup ülkücüler tahta üzerine yapılmış uluyan bir bozkurt heykelini alkışlar eşliğinde kalabalığı yara yara Türkeş'e hediye etmek istedi. Ancak konuşmasına ara veren Türkeş, "İndirin o heykeli, siz putperest misiniz? Putperest mi oldunuz?" diye çıkıştı. Bunun üzerine, eller üzerinde gelen bozkurt heykel ani bir manevra ile geriye döndürüldü; ardından yere indirilerek sessizce kaldırıldı.


Başbuğ'un vefatından sonra MHP genel başkanlığı koltuğuna oturan Devlet Bahçeli'nin katıldığı kurultaylarda da enteresan gelişmeler oldu. Adıyaman teşkilatının, Bahçeli'nin açış konuşmasından sonra iki tepeden birden otomatik silahlarla ateş etmeleri günlerce konuşulmuştu. Kongre sürecine denk gelen bir kurultayda da, genel başkan adaylarından Ramiz Ongun kurultay alanından zorla çıkarılmıştı.


*Haber7

TARİH, AHLÂK ve MİLLİYETÇİLİK




TARİH, AHLÂK ve MİLLİYETÇİLİK

Abdullah Kuloğlu


"Cemiyette, umumi ve ameli bir iman ve amel mevzuu olmak bakımından kendilerini din yerinde gören felsefî mezhepleri, sadece davaları yüzünden ve batıl tarafından mücerret din kadrosuna alacak olursak, ahlakın kaynağını esasta bire irca edebiliriz: Din...”

İdeolocya Örgüsü

· Tarih

Tarih ilmi de diğer ilimler gibi eşya ve hadiselere yanaşan insan şuurunun tecelli zeminidir. Şuur dendiği zaman, bu şuurun insan hakikatinde “ahlak” davasına çıktığı bir bedehat. Tarihî hadiselerin şöyle değilde böyle değerlendirilişinde hep “ahlak” meselesi üzerindeyiz. Tarihî bir kütle gibi kabul ederseniz, ondan çıkarılabilecek heykellerin nihayeti yoktur. Tarihî yorumlama işi bu noktada enfusî-subjektif bir mahiyet kazanır ve bilinen anlamıyla (pozitifist-objektif!) tarih bilimciliği sahasından taşarak, bakana göre mahiyet değiştirir. Artık bu aşamada tarih, kuru vakaların teşhisi zemininden (kütleden) hareketle, ahlakî bir davanın ispat sahasına dönüşür. Bu durum her türlü ahlakî telakkinin kendisine bağlı tarihî görünüşünü ve görüşünü temsil eder. Misal kuru maddeci materyalist bir ahlak anlayışının temsilcisine göre, Osmanlı toprak yönetimi pekala feodal toprak yönetiminin bir çeşididir. Bir kemaliste göre ise, Osmanlı devlet şekli batıdaki gibi bir monarşinin temsilcisidir. Tabiî bu tür misallerin birçoğunu siz de biliyorsunuz. Pekiyi verilen bu misallerde vakanın kendisi mi değiştirliyor, yoksa vakalar aynen tespit edilmesine rağmen vakaya yanaşan insan şuurunun yönlendiricisi, biçimlendiricisi kısaca işleticisi “ahlak-peşin fikir” mi farklılaşıyor? Tarihe ait vakaların tespitinde yanlışlıkların olabilmesi veya kastî olarak çarpıtmaların yapılabilmesi pekala mümkün. Fakat biz işin bu yönünü değil de, velev ki vakaların tesbitinde bir anlaşma olmasa bile temel farklılığın insan hakikatine bağlı bir keyfiyet-hal oluşu üzerindeyiz. Öyle ise tarihçilik meselesi iki unsura bölünüyor diyelim. Birincisi, vakaları tespit unsuru. Bu unsur varlığın mekanî-surete ait yönünü gösterir. İkincisi ise birinci unsurun açıklayıcısı bir unsurdur ki, bu da varlığın zamanî-manaya ait oluşuna ait bir husustur. Bu tasnife göre kendini vakaları tespitle kayıtlama durumunda olan bir tarih anlayışı ki pratikte mümkün değildir, tam bir tarihçilik değildir. Bu tür tarihçilik sessiz ve suskundur, insanî, yani ahlakî değildir. Tarihî vakaların tespitini öne alıcı bir bakışla, “suretler olmadan manalar tecelli etmez” hikmetinden pay almış her tarihî görüş, doğru veya yanlış, hak veya batıl, ahlakîdir ve bu manada gerçek tarihçilik imtiyazına sahiptir. Onda bir eda, tavır ve uslup görürsünüz. Kütle, şekil kazanır ve insana bir şeyler söyler. Ya hiçliği veyahut hepliği!... Heykel bir tasavvur ise, kanatlı insanın bir zamanlar gerçekten var olduğu peşin fikrine dayalı bir tasavvur da heykeldir heykel olmasına da, hakikati temsil eder mi etmez mi sorusundan kurtulamaz. Öyle ise doğru tarih için bir Kefil lazım!... Her tarihçi, neye dayandığını söylemek zorunda!.. Kritik soru şu “ben senin tasavvurunu anlıyorum anlamasına da, bu tasavvurun dayandığı “Dur ve Geç”ler nerde?” “Dur ve Geç”in hadleri bilmek manasına ifade edildiğini, hadleri bilmenin de edep demek oluşunu ve bunun da ahlâkla ilgisini dikkatli nazarlara sunarız.
Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun Sefine adlı eserinde sıklıkla vurgu yaptığı “bakılanın bakana göre oluşu” meselesinin tarihçiliğin de esaslı bir meselesi olduğu bir bedahat. Tarihe ait mekanî tespitlerin talî oluşu şundan bellidir ki, bu tespitlere muhatap olan kişi, şuuruna akıtılanın kuru malzeme yığını oluşundan bir ağırlık his eder!.. Bir misal; a-b-c diye sıralanan harflerin sürekli bir devr-i daim halinde tekrarı karşısında bunalan şuurun hali!.. a-b-c diye sıraladığımız harfleri sesin temsilcisi olarak değil de, herhangi bir işaretler dizisi olarak ele alırsanız, bu işaretlerin nihayetsiz olabileceğini kavrayabilirsiniz. Bunu kavradığınız anda tarihî bir bakışla “kader-malum”un gerekliliğini de zevken idrak ederiz!.. Şüphesiz nihayetsiz işaretlerin dizilişinde misal olarak “B-İ-R” dizilişinin de yeri vardır. Fakat biz yine biliriz ki bu “B-İ-R”in bizim bildiğimiz BİR’le bir benzerliği yoktur!.. Bu bir bedahat. A-b-c dizilişine tekrar geri dönersek, açıkladığımız duruma nazaran, “şiir”in temsil ettiği sır nedir?!.. “Şiir” bizimle a-b-c müşterekliğini kullanarak temas eden unsurüstü bir keyfiyettir. Bu temas bizde bir hasse halinde “şiir idraki”nin de varlığını gösteriyor ki, teması mümkün kılanın asılında bizde saklı olan aynı “şiir” olduğunu anlıyoruz. Bu gözle bakıldığında tarih nefse aynadır!. “Bakılanın bakana göre oluşu” hikmeti!.. Tabiî olarak böyle bir anlayışın getirdiği diğer bir zorunluluğun “Mutlak Fikrin” gerekliliği davası olduğu yine bedahat!.. Kefalet Meselesi!.. Öyle ise tarih geçmişi, bir mimarî olarak kaydeder!..
Anlattıklarımızdan yola çıkarak güncel bir konuya da parmak basalım:Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in değerlendirilişi mevzuunda çeşitli tarihçilik (!) denemeleri yapanların ürünleri “mahiyeti hiçe çıkan varlık” nevinden olup, Kefalet Rejiminden yoksundur ve kendi mahiyetlerinin resmidir!.. Yani “hiç”in ve “şiir”cik bile değil!.. Kısaca en hafif tabiriyle “edepsizlik” ediyorlar. Bu işin Kefaleti “ varlık varlıkla” anlaşılır silsilesi içinde kendini ispat etmiş, bu ispatla EMİN OLMUŞ SALİH MİRZABEYOĞLU’NUN KÂRIDIR. İspat soranlara, “MUTLAK FİKRİ”İN KEFALETİ ALTINDAKİ İBDA KÜLLİYATI “ŞİİR”İ YETER !..

· Anlatılanların Işığında: Batıda Milliyetçiliğinin Tarihî Seyri; Neyin Mimarîsi?

Liberal-kapitalist anlayışın temellenmeye başladığı dönem aynı zamanda Batı da teknolojik imkanların ferdin servet edinme ve sermaye biriktirebilme imkanlarını hızla arttırdığı bir dönemdir. Fert bu dönemde ticarî birikimin gücünü artan üretim imkanlarının eşliğinde yeniden fark ettmiş, aynı dönemde bu duruma bir tepki olarak toplumcu birikim veya toplum için birikim savunucuları ortaya çıkmıştır. Dikkat edilirse bu iki tarafın temsil ettiği insan anlayışı “homo economicus” tabiri ile dillendirilen çıkarcı insan tipidir. Mücadele bir paylaşım mücadelesi şeklinde ceryan eder ve karakteri iç çatışma şeklindedir. Daha öz ifadesi ile anlayışta, zıtlığın aksine bir birlik, fakat tutulan taraflar açısından bir karşıtlık vardır. Buna göre marksistlerin iddia ettiği gibi temel çelişki asla sınıf temelli olamaz. Çünkü marksistlerin ve liberal kapitalistlerin içtimaî sınıf anlayışları, insanın varlık gayesini çıkarla açıklama ortak paydası altında şekillenir ve tek fark, karşıt tarafları tutmakla nihayetlenir. Bir benzetme ile açarsak; bir futbol müsabakasında iki takımın gayesi birdir, fakat birbirlerine karşıdırlar!.. Pekiyi bunun yanında liberal kapitalist anlayışın savunucuları içtimaî tarihi hangi temel üzerinden açıklarlar?.. Marksistler için bu temel, sınıfların mücadele tarihidir, bunu genelde hepimiz biliriz, fakat liberal kapitalistler için tarihî tez milletler arasındaki mücadeledir. Bu tez, özellikle merkantilist dönemde ticari sömürgeciliğin temel argümanı ve hukuku olmuştur. Yine bu yaklaşımda da temel çelişkiye ait bir iz bulamazsınız. Olan bir karşıtlığı işaretlemektir. Bu bilgilerin eşliğinde tarihe baktığımızda her iki karşıtlığında tarihe ait bir parça olduğunu fakat içtimaî zıtlığı işaretlemekten çok uzak oldukları görülecektir. İlk dönem liberal kapitalist anlayışın çatışmacı ve rakibini yok etme stratejisine bağlı olduğunu görüyoruz. Bu dönem oldukça uzun ve batı için sıkıntılı sonuçların gözlendiği bir dönem olmuştur. Malum olduğu üzere iki büyük Paylaşım Savaşı’nın ardından iktisadî açıdan büyük bir yıkıma uğrayan batı, milli iktisadî doktrin yerine milletler blokunu temsil eden bir iç yapılanma doktrinini benimsemiştir. Bunun müşahhas planda temsilcisi Avrupa Birliğidir. Bu yeni doktrine geçişte, üç önemli faktörü sıralayabiliriz. Birincisi sosyalizimin temsilcisi SSCB’nin tehdidi, ikincisi milli iktisadî doktrinin şart koştuğu korumacı pazar yapısının artan üretimin önünde bir engel oluşu, üçüncüsü ABD gibi çok güçlü bir rakibin işbirliğini zorlaması. Liberal kapitalist milletler mücadelesi tezi bu durumda hem siyasi hem de iktisadî tazyiklerle şekil değiştirmiş bulunuyor. İlk dönemde mikro düzeydeki bir birliğin sağlanması için soy birliğinin ideolojisi kuruldu ki bu dönem özellikle merkantilist dönemden 2.Paylaşım Savaşı yıllarına kadar devam etmiştir. Sonra bu ideoloji yerini bugün globalleşme, küreselleşme..vs adı altında daha büyük kitleleri ihtiva edecek şekilde üst kimliklerle ortaya koydu. Dikkat edilirse bu tarihî seyir iktisadî üretim ve tüketimin artan pazar ihtiyacını karşılayacak şekilde aşama aşama daha fazla nüfusu ihtiva edecek üst kimliklere geçişini gösteriyor. Bir dönemin üst kimlikleri bir zaman sonra alt kimliklere dönüşüyor. İktisadî ihtiyaçların doğurduğu üst kimlikler yine aynı ihtiyaçların zorlaması ile yeni üst kimliğe yerini bırakıyor. Her bir kimlik yenilemesi beraberinde kendi ideolojisini temsil eden yeni değerler doğuruyor ve bir öncekini iptale yöneliyor. Dikkat edilirse batının felsefe hayatı ile iktisadî, siyasî ve içtimaî hayatının aynı karakteri taşıdığı görülebilir. Öyle ise şöyle bir iddiayı ortaya atabiliriz; aslında liberal-kapitalist anlayışın tarih tezi fert çıkarını merkeze alan bir anlayışı perdeleyen kimliklerarası bir mücadele tezidir ve bu tez bizce batı için geçerli bir tezdir. Kimliklerarası mücadele derken bunun iki yönlü olduğunu belirtelim; birincisi eski üst kimliği temsil edenlerle, yeni üst kimliği temsil edenlerin mücadelesi, ikincisi paradigmayı temsil eden üst kimliklerin kendi arasındaki mücadelesi. Aslında doğrusu, paradigmanın değiştiği yok!..
Batı tarihî kütlesi bize iki tür ana milliyetçilik damarı sunar. Birincisi merkantilist dönem diye tarif edilen henüz sanayinin neşet etmediği bir vasatta, ticarî kapitalizim temeli üzerine kurulan, kendini hukukî ve harsî unsurlarla açıklayan ulus milliyetçiliği. İkincisi ise, sanayinin olgunlaştığı, sermaye birikiminin ulus sınırlarını zorladığı, iktisadî ortamın daha geniş kitleler üzerinde birlik arzuladığı, maddî zorunluluklara karşı oluşan faşist ırk milliyetçiliği. Buna göre ulus milliyetçiliği iktisadî akışı tamamlayıcı ve bütünleştirici bir araç rolünde iken, faşist ırk milliyetçiliği iktisadî akışa karşı bir tepki hareketi olarak, onu ırkının aracı haline sokar. Dikkat ederseniz her ikisi de iktisadî akıma karşı bir tavır sergiler. Bunu şöyle hayal edin; büyük bir baraj patlamış ve şehri azgın sular basmaktadır, kimileri boşuna enerjisini tüketmemek namına kurtluşunu suyun tabiî akışına teslim ederken, diğerleri bu tercihin aksine akıntıyı şehir namına kulanmanın peşindedir. Büyük fikrî, siyasî ve iktisadî akımlara karşı kendini koruma ve kollama hamlesi olarak bu iki tür milliyetçilik, mevzilenişleri itibari ile farklı konumlara sahip olsalar da esesta beynelminelciliğe karşı bir tepki müşterekliğinde birdirler. Misalimizde patlayan baraj, skoloastik ahlaka dayalı Hırıstiyanlık felsefesi iken, şehri basan su hakkını arayan akıldır. Ulus milliyetçiliği fikri bu suya tamamen teslimdir. Faşist ırk milliyetçiliği ise tekrar bir baraj inşa etmenin derdindedir. Ulus milliyetçliği saf akılcılığın versiyonlarına gebe haliyle aklî sonuçların karakterini yansıtıcı iki temel direk üzerine dikilir, liberal metaryalizim ve marksist metaryalizim. Bu iki görüş de anasının zıddına beynelminelcidir. Faşist ırk milliyetçiliği ise üstün ırk anlayışına bağlı bir totem inancına dayalı olarak aklın verimlerini bu toteme sunmanın telaşını sergiler. Bir nevî skolastik ahlak alternatifi. O aslında batının kendi eliyle patlattığı barajın altında çırpınan ve direnen ve kendisine tutunacak bir dal arayan batılının idealizim ihtiyacının keskin bir çığlığdır ve boğulup gitmiştir. Geriye ulus milliyetçiliğinin içinden doğup gelişen ve ulus milliyetçiliğini de parçalayan liberal beynelminelcilik ile marksist beynelminelcilik kalmıştır. İkincisinin akıbeti ortada olduğuna göre, liberal beynelminelciliği tek kabul edebilirz. Mitolojiler ahlakı üzerine kurulu (herkesin hakikati kendine hesabı bilinemezcilik dinine dayalı) tam bir ahlaksızlık panayırı!.. Siyonistler elinde çürümüş ve tükenmiş bir Hiristiyanlık!.. Geçen yazımızda “batı töresi” olarak vasıflandırdığımız batı fikrî, siyasî ve iktisadî tekliflerinin toplu dayanağını da böylece işaretlemiş oluyoruz; Siyonizim elinde çürümüş Hiristiyanlık Ahlakı!... İster faşist ırk milliyetçiliği, isterse ulus milliyetçiliği olarak ele alınsın, son tahlilde her ikisinin de dayanağı Siyonist-hiristiyanlık ahlakıdır. Törenin yerine göre hukuk anlamına sahip olduğunu, hukukun da ahlakın pıhtılaşmış hali olduğunu bilenler için her iki milliyetçiliğin de ne anlama geldiğini tespit etmek zor olmasa gerek.
Sahi bizdeki hukuk nerden ithal edilmişti?!.. Cevabı belli bu sorudan sonra devamı aşağıda buyrun.

· Türk Milliyetçiliğinin Yol Ayrımı ;

Batı Metaryalizmi Gölgesi veya Büyük Doğu İdealizmi Gerçeği

Temel içtimaî zıtlığın hak-küfür şeklindeki görünüşünün, ferdî planda ruh-nefs zıtlığına dayandığını biliyoruz. Daha doğru ifadesi ile içtimaî bir bünyenin ferdin gölgesi olmasına nazaran “iman” davasının belirleyiciliğine inanıyoruz.
İster ulus milliyetçiliği isterse faşist ırk milliyetçiliği olsun, her ikisinin de “Batı Töre”sine bağlı şubeler olarak Siyonist-Hıristiyanlığın temsilcileri oldukları muhakkak. Buna göre “Batı Töresi”ni açıklamak üzere oluşturulmuş kavramlara dayalı olarak Fransız, Alman, İngiliz Milliyetçiliği ile Türk Milliyetçiliğini tarife kalkışmak, oryantalist bir bakış sunmaktır. Yani bu tür yaklaşımlar Türk’ün Türk’e bakışını değil, batılının-batıcının Türk’e bakışını sergiler.
Büyük Doğu tümüyle yerli-milli ve İslâm Ahlak’ına dayalı yapısı ile Türk’ün Türk’e bakışını temsil etmekle kalmaz, aynı zamanda Türk’ün Batıya ve Batıcıya bakışını da temsil eder!.. Bu manada Büyük Doğu İdealizmi’ne bağlı Türk Milliyetçiliği, gerçek Türk Milliyetçiliğidir!..
Emile Durkheim’in bakışı Batının-Batıcının Türk’e bakışı olması hasebiyle “Batı Töresi”nin devamı halindedir. Temsilcisi Ziya Gökalp!..
Faşist ırkçılığın bakışı Batının-Batıcının Türk’e bakışı olması hasebiyle “Batı Töresi”nin devamı halindedir. Temsilcisi Nihal Atsız !..
Kuru Pragmatizm’in bakışı Batının-Batıcının Türk’e bakışı olması hasebiyle “Batı Töresi”nin devamı halindedir. Temsilcisi Yusuf Akçura !..
Kemalizim ise tüm sayılanlar ve sayılmayan daha niceleri ile birlikte aynı mahkumiyeti sergileyen yapısı ile tam bir bulamaç!..
Bunlar batı metaryalizminin gölgesi olup, gayr-i milli unsurlardır!.. Asıl gölgeye kendinden daha yakındır, ya!.. İşte bunlar suret-i Türk’ten görünüp, varlığı Siyonist-Hıristiyanlığa dayalı olanlardır. Batı Devşirmeleri!..
Ahlakî zemini farklı “Batı Töresi” milliyetçiliğinin, içtimaî diktasının Türk’e ne derece zararlar verdiğinin resmi olmak üzere buyrun:

Üstadın kaleminden:

"Dalkavukluk... Bugün, fertlerin maddî ve manevî bütün iş ve menfaat sahalarında, büyükleriyle münasebetini düzenleyen ve neticeyi sağlayan biricik tılsım... Manzara şudur: Bütün cemiyet, bir mıknatıs kutbu üzerinde birbirinin eteğine yapışmış demir parçaları gibi, en küçüğünden en büyüğüne doğru birbirinin dalkavuğu vaziyetinde... Çünkü; ortada fani ve mahkum şahıslar kadrosunu aşan bir hüküm, bir iman ve mefkure ölçüsü kalmayınca, muvaffakiyetin tek sırrı, kuvvetlinin nefsaniyetini kabartmak san’atından ibaret kalır. İhlas yokluğu...
İltimas... Dalkavukluk, küçükten büyüğe doğru ferdin bütün kıymet ölçüsünü, hatır, gönül ve hoşa gitme değerine bağlayan bir korunma tedbiridir. Manzara; dişi ve başı ağrıyanlar için (Aspirin)den fazla el atılan ilaç... Çünkü: Birinci «çünkü»nün mukabil kutbu... Değer ve liyakat ölçüsünün iflası...
Hırsızlık... Hak ödemek ve hakkı ödenmek vaziyetinde herkesle herkes arasında; sırtında içtimaî bir emanet taşıyan herkesle emanette pay sahibi herkes arasında; evde babayla evlat, müessesede idareyle memur, dükkânda satıcı ile müşteri arasında...
.....
Rûşvet... Hırsızlığın en korkunç şubesi... Şahıslarda temerküz eden manevi haklandırma iktidarının hakka zıt olarak menfaat karşılığı satılması... Manzara: Rûşvet gişesi önünde, Eminönü meydanındaki otobüs bekleme mezbahasından fazla kalabalık... Çünkü: Haktan sıyrılan korku, insanlardan ve bütün insanî tertiplerden de sıyrılmış; ve menfi halisiyetini; su içmek ve ekmek yemek derecesindeki tabiîliğe dökmüştür...
Fuhuş... Bir kadın ve bir erkek arasında, Allah aşkı ve Allah bağıyla sımsıkı kementli olarak birbirini sevmek birbirinin olmak gibi en aziz, en kutsi ve en mahrem aidiyete vesile teşkil eden hadisenin, herkesle herkes arasında umumî ve hayvanî bir iştirak ifade etmesi... Manzara: Tek koğuş çerçevesinde, hem de elektrikle açık olarak bütün cemiyete şamil bir «mum söndü» alemi... Çünkü artık ruhlar hiçbir mukaddese yataklık edemiyecek kadar pörsümüştür.
İçki... Uyuşmak, kamaşmak, görmemek, duymamak, bilmemek, düşünmemek, kendi kendini kaybetmek, yok olmak ihtiyaciyle şuur ve muvazenenin zehir içmesi... Manzara: Gündelik su istihlakini aşan içki sarfiyatı... Çünkü: Vecd ve heyecanımızı zehirde arayacak nisbette ruhumuz boş bırakılmıştır."

Bizde şöyle devam edelim: Ey Mukaddesatçı Türk Gençliği!... Senin milletinin, Türk milletinin ahlakî vaziyeti bu mu değil mi? Bunlar yalan mı doğru mu?!.. Eğer diyorsanki bunlar Türk değil, o zaman bu yabancı millet nereden geldi?.. Yok eğer bunlar Türk ise, bu hayasızlık ve pervasızlık belasını kim bulaştırdı?.. Bu milleti Türk’ten ve Müslümanlıktan utanır hale getiren kim? Deden mi!.. Ninen mi!.. Yetim hakkını yemeyi öğreten kim?.. Haşa İslam mı öğretti ki, İslam’ın Şeriatından, töresinden uzaklaştık?!... Fuhuşu, faizciliği, içki müptelalığını sen mi öğrettin, ben mi?!.. Rüşveti, iltiması, yalanı, dolanı, sahil boyu yol boyu açılıp saçılmayı, fikir tembelliğini, komşuyu unutmayı, kardeşinin derdiyle dertlenmemeyi, idealsizliği, idealde hasisliği, bedavadan kardeşinin hakkına el atmayı, sokaklarda sürünen tinerci çocukları, ailelerin parçalanmışlığının ürünü sokak kadınlarını, sohbet yerine dedikoduyu, haşmet yerine kibri, 3000 yahudi dönmesinin sefasına karşılık 70 milyonun sefaletini ve daha nicesini sayabileceğim tüm bu ahlaksızlığı KİM AZİZ VATANIN EVLADINA BULAŞTIRDI?!.. İnsan olan bu sefalet manzarası karşısında çatlar, hayret eder, haya duyar, boyun büker, titreye titreye ağlar, içine kan oturur, saz olup ağıt yakar, taş olsa erir, gül olsa solar!... Yahu KİM BU ŞEREFSİZ VE ALÇAK DÜŞMAN?!... NERDESİN EY MUKADDESATÇI TÜRK GENÇLİĞİ, KİM BU ŞEREFSİZ VE ALÇAK DÜŞMAN!.. TÜRK MİLLETİNİN RUH VATANINA, AHLAKINA EL ATILIP İFSAT EDİLİYOR, İŞGAL EDİLİYOR. Bırakalım hikayeyi, manzara budur Beyler?.. Allah’a boyun bükmeyen, malını, evladı iyalini, ticaretini Allah uğruna cihad etmekten daha üstün görenin hali budur işte beyler!.. Dün komünistlerin Allah tanımaz oluşundan dem vuranların, bu manzara karşısında söyleyecek hiçbir şeyi yok mu?!.. Ahlaken ifsat edilişimizi de mi komüniste mal edeceğiz?!.. Komünizim öleli çok oldu Beyler!.. Öyle ise KİM BU ŞEREFSİZ VE ALÇAK DÜŞMAN!?..

Üstadın Kaleminden devam:

"Mefkureci ahlâkında, hiçbir hasis nefs kaygısına yer yoktur.
Mefkure ahlâkında, ya cemiyetle beraber ferdî hanenin de kurtulması, yahut içindeki evlat ve iyalle beraber viran olması vardır.
Milli ahlâk mefhumunu, başta din olmak üzere, o milletin bütün iman ve mukaddesat manzumesi içinden süzülüp gelen bir vakıa telakki etmenin ahlâkı... Buna muhtacız.”
Merhum Mütefekkir Necip Fazıl Kısakürek mefkureci ahlâk ve milli ahlâk hususunda bunları bildirmiş bize. Yani ben var olacaksam, milletimle var olacağım. Kurtulacaksam, milletimle birlikte kurtulacağım. Birbirinden mesul oluş ahlâkı!.. Buna mefkurecilik diyoruz. Yani seveceksin milletini, kardeşini, vatanını!.. Mesuliyetinin ruhî temeli bu sevgi olacak. İşte bu sevgiden dolayı Milli Ahlâk davasına sahip çıkacaksın!.. Türk’ün Milli Ahlâkının İslam Ahlâkı olduğunu bileceksin, bunun iddiacısı ve ispatçısı olacaksın.

Buna göre Büyük Doğu İdealizmine bağlı Türk Milliyetçiliği;

· İslam Ahlâkına ve Şeriatına bağlılıktır
· Milletini sevmek ve ondan mesul olmaktır
· Bu mesuliyetin gereği olarak, milletinin dünya ahiret saadeti için İslam Ahlâkını YEGANE MİLLİ AHLÂK OLARAK KABUL ETMEKTİR.
· Bu MERKURECİ MİLLİ AHLÂKIN tesisi ve ikmali için tek millî devlet modeli olan ve İslam’a tesatsız bir oluşla bağlı olan “Başyücelik Devleti” idealini yaşatmak ve hayata hakim kılmaktır.
· Milletinin ırkî, harsî, askerî, bedihî ve siyasî yeteneklerini İslam’ın hizmetine sunmaktır.
· Diğer müslüman milletleri öz kardeşi derecesinde sevmek, onların hakkını korumaktır, yanlışlarını düzeltmektir.
· Kendisi için olmadan başkaları için olmanın mümkün olmadığının şuuruyla, mekânda Anadolucu vatan anlayışını benimsemektir. Anadolucu vatan anlayşı cihan hakimiyeti mefkuresine çekirdektir.
· İslamı yaşama ve yaşatmada milletler arası üstünlük yarışını desteklemektir. Buna göre Türk milletinin öncülüğünde, tüm İslam Ümmetinin temsilciliğini yapma yarışında değer ve ehliyet esasına dayalı olarak iddia sahibi olmayı teşvik etmektir.

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Bahçeli artık ülkücü aramıyor!


MHP yerel seçimlerde aday olacak kişilerde bu kez ‘ülkücü’ olma şartı aramıyor. Onun yerine, sicili temiz, fikirleri MHP ile örtüşen ve tanınmış kişiler belediye başkanlığı için yarışacak


HALKIN TANIMASI ŞART


Akşam'ın haberine göre; aylardır yerel seçim çalışmalarını sürdüren MHP, haziran ayında düğmeye basıyor. MHP, belediye başkan adaylarında öncelikle “Halkın tanıması” şartını arayacak.


ÜLKÜCÜ GEÇMİŞ ŞART DEĞİL


Bu kişilerin MHP ile birlikte çalışabileceğine kanaat getirilirse “Ülkücü geçmiş” ya da “Ülkü ocaklarından yetişmiş olma” şartı aranmayacak. MHP’nin fikirlerine uygunluk ve milliyetçi olma şartı mutlaka aranacak. Adayların temiz bir sicile ve iyi bir geçmişe sahip olması da etkin kriterler arasında olacak.


HAZİRANDA START VERİLECEK


Önümüzdeki dönemde yerel seçimler için hızlı bir çalışma programı uygulamaya başlayacak olan MHP bölge toplantıları için harekete geçti. Aylardır belde ve ilçelerde süren toplantılar, bu defa Türkiye’nin tüm bölgelerinde düzenlenecek. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin de katılacağı bölge toplantılarının birincisinin haziran ayına yetişmesi planlanıyor.MHP yönetimi teşkilatlarına yerel seçim stratejilerini bu toplantılarla duyuracak.

2 Mayıs 2008 Cuma

Bahçeli'den Ülkü Ocakları'na neşter




Milliyetçi Hareket Partisi olası tahriklere karşı önlem almaya başladı. Bahçeli, son dönemde yaşanan ‘provokatif’ ve ‘tahrik edici' eylemlere karşı radikal adım atıyor.


Bahçeli'nin talimatıyla Ülkü Ocakları'nın büyükşehirlerdeki mahalle ve semt temsilcilikleri kapatılmaya başlandı.Antalya başta olmak üzere üniversitelerde yaşanan çatışmalar, Sakarya'daki linç girişimi ve 1 Mayıs'ın Taksim'de kutlanmasına ilişkin gerginliğin doruk noktasına çıktığı bir dönemde MHP lideri Devlet Bahçeli, yine herkesi şaşırtacak, ‘sağduyunun sesi olacak' bir adım attı.


‘KAPATIN’ TALİMATI


Bahçeli, Türkiye'de son dönemde yaşanan ‘provokatif’ ve ‘tahrik edici' eylemlere karşı önlem alınması amacıyla Ülkü Ocakları'nın büyükşehirlerdeki mahalle ve semt temsilciliklerinin kapatılması talimatını verdi. Bahçeli'nin isteğini hemen hayata geçiren Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Başkanı Harun Öztürk, büyükşehirlerdeki temsilciliklerine bir ‘genelge' yollayarak, semt ve mahalle ocaklarının kapatılması talimatını verdi.


KİLİT VURULUYOR


Öztürk'ün talimatı doğrultusunda İstanbul'daki 52 ülkü ocağından 20 semt ve mahalle ülkü ocağının kapısına kilit vurulmaya başlandığı bildirildi. Kapatma işleminin ardından İstanbul'da Ülkü Ocakları'nın 32 taneyle sınırlandırılacağı öğrenildi. Ülkü Ocakları'ndaki yeni yapılanma çeçevesinde İzmir'de geçtiğimiz hafta içinde 5 tane semt ve mahalle ülkü ocaklarının kapısına kilit vurularak, kentteki ocak sayısı 7 ilçe teşkilatı ile sınırlandırıldı. Yine Ankara'da semt ve mahalle yapılanmasıyla birlikte 36'yı bulan ocak sayısının, her ilçede bir tane bulunacak şekilde aşağıya çekileceği kaydedildi. Üniversite olaylarıyla gündeme gelen Antalya'da da benzer bir uygulamaya gidileceği öğrenildi.


BAYRAK DEĞİŞİMİ


Ülkü Ocakları'ndaki yeniden yapılanma mahalle ocaklarının kapatılmasıyla sınırlı kalmayacak. Ülkü Ocakları'nda “dönemsel genel başkanlık” görevinin kökleşmesini sağlamak amacıyla, 2007 sonbaharından itibaren “Bayrak değişimi devam ediyor' sloganıyla Ülkü Ocakları İl Başkanlıkları’na da yeni atamalar yapılıyor. En son Çankırı, Afyon, Van, Elazığ ve Sivas Ülkü Ocakları Başkanları değiştirildi. Bahçeli, ocak başkanlarının üniversite öğrencilerinden seçilmesini istiyor.


SOKAKLARDA OLMAYACAĞIZ


MHP lideri Devlet Bahçeli, Antalya'da yaşanan öğrenci kavgasının ardından 11 Nisan’da bir genelge yayınlayarak, "Tahrik ve tertipler ne derece büyük olursa olsun, Milliyetçiler, hiçbir zaman sokakta olmayacak” demişti.


*Bugün

25 Nisan 2008 Cuma

Mukaddesatçı Türk ve Aksiyon



Mukaddesatçı Türk ve Aksiyon

Lüpçü olmak hastalığına müptela, bugünün güyya milliyetçi ülkücü ayak uydurmacı stratejik düşünebilen dahi liderleri ne anlar bu dilden!...

Ellerinin altına olmak ve oldurmak için koşan milyonlarca genci, batılı hayat tarzına karşı güyya tavır kisvesi altında, zıddından devşirmek marifetinden başka ne yaptı bu hanım amcalar.
Başyücelik Devlet'inin Şanlı ordusunun baş otağını temsil eden Başbuğ'luğun madde ve mana şartlarından habersiz, tüm imkânlarını istikbalin inşaacı gençliğini yoğurmakla vazifeli bu şerefli makamla ne alakaları var bu hayasız cahillerin!...
Sadece en gizli ve derin bir taktik dehasıyla, mevcut imkânları istismar ederek, ocak ocak kendi öz nizamına geçit gençlik olmaya ne kadar da hazırdı tertemiz Anadolu evladı!.. Böylesi bir marifetin ve taktiğin sahibiyiz edalı alçaklar kumpanyası, Anadolu evladını yabancı ruhların mahremlerinden, yabancı akılların delhizlerinden, yabancı ellerin marifetinden doğmuş, namahrem düzenine hizmet ettirdin, hatta saçları kirpi, belleri zilli, öz yasası şeriatına düşman ettin, ettirilmesine güldün geçtin. Atamız boşuna pak diline mal etmemiş "hain" ve "düşman" diye zıddını işaretlemek için. Senin dilinde o kadar çok pelesenk oldu ki, hatta sen bunu öylesine yalama ettin ki, maddesine ve manasına kıydığın gibi Türk'ün, dilininde böyle ırzına geçtin.

Boşuna değil Ey Mukaddesatçı Gönüldaşlarım, atalarımızın "hain" ile "düşman"ı ayırması. Seni bir sonraki aşamada kendi öz kavganı vermek için, şimdilik kaydıyla, ertelenmiş öz savaşına yol olsun, yol bulabilesin diye, işte tamda bu hakikatin perdeleyici diliyle zehirlediler. Geçti şimdi o savaş, geçti o tehlikesi vatanın ve milletin. Ya şimdi hani bizim öz savaşımız, bu rezil ve hayasız Garbın akını değil yaşadığımız, Garblılar doğurdu tertemiz analarımız, Garblının tohumuna bekçilik etmiş olduk. Ya şimdi hani bizim öz savaşımız, hem komünizme, hem kapitalizme, hem her türlü emperyalizme karşı? Komünizme karşı öl, öldür, aksiyon diye ertelenmiş, iple çektirilen öz savaşımız, öz nizamımıza doğru savaşımız, öylesine ertelendi ki, ruhumuzu çaldılar, emperyalizim ve kapitalizimin kucağından sırıtıyor yüzleri lider bellediğimiz pezevenkler!..

Fikir!!! Ey Mukaddesatçı Türk, anlıyor musun? Fikir, yani bütün karşı oluşlarımızın istinat noktası, uğruna can alıp can verdiğimiz Türk'ün İslam Nizamı, kardeş milletlerin göğsünü ferahlandıracak !.. Sana Allah, ana, baba, karındaş, vatan ve şeref adına yeminin en büyüğü ile söylüyorum ki, emperyalizim kullanmış oldu, Allah, ana, baba, karındaş ve vatan ve şeref ve namus duygunu!.. Fikir dedim Ey Mukaddesatçı Türk, bunu anlıyor musun?

İki dev arasında (kapitalizim ve marksizim) mahremini kirletmek isteyenlere karşı, ilk önce şunun işini hal etmeliyiz diyenlerin arasından, kavgasını kozmopolit, sahte, emperyalist kuklası yavşaklara karşı yükselten, yükseltmeye davet eden kim var? Allahsız komünist diye yeri göğü inleten, gel benimle, bu vatan borcudur diyen bu münafık ağızlılar niye bügün mukaddesatının ırzına geçen Allahsız kapitalistlere karşı, Allahsızlık damgasını olanca şiddetiyle vuramıyor?

Aksiyon !!! Anlıyor musun Ey bu vatanın öz evladı sana helal bu vatan, yani senin mana ve iman damarlarınla bağlı olduğun, diğerlerinin yabancılaşmış, yavşaklaşmış hallerine bir bak!... , sadece o yüzden senin bağlısı olduğun milyarlaca dedenin yattığı ve bir deniz gibi, deprem gibi altında dalgalandığı için bu vatanın toprağı, sana helal bu vatan!.. Aksiyon işte bunun için, aksiyon içeriden ve dışarıdan.
Fikir ve Aksiyon !!!... Anlıyor musun Ey İnanmış Peygamber kuzusu pak ve temiz analar dolu diyarın çocuğu!.. Fikrinin hakkını ver, fikir mimarının!.. Aksiyonun hakkını ver, aksiyon mimarının!.. Sen öz yurdunda garipsin, hem vallahi, hem billahî öylesine garipsin ki, bir lahzâ hüznünü def etmek için uğruna kurban olduğumuz Allah Rasulü hakkı için, işte bu kadar büyük yeminlerle, en ücra köşesinde bir zamanlar yuvalanmış imanını ispat etmek mecburiyetinde kalıyoruz.
İşte seni bu hale getiren kim? Bunu düşün. Hepçi ol, Lüpçü olma!.. Lüpçü muvaazacı münafıklardan lider olmaz, hesap kitap yapa yapa korkusundan düşmanın veya hainliğinden mi desem, ne farkı var ayrıca ha öyle ha böyle, senin bu vatan ve millet!.. Başından, ayağının toğuğuna kadar, Ağrının zirvesinden, Konya'nın ovasına kadar, Allah ve Rasul'ünün, Allah ve Rasulü'nün olsun diye şehid düşen milyarların... Çoğunluğun hakkı diyorlar sana, saygı duy diyorlar, yol demokrasi diyor lider kılıklı sünepe tipler sana. Ya Allah ve Rasulü'nün, ya milyarlaca şehid müslüman milletimin hakkına el atılıyorsa, ırzına geçiliyorsa bu temiz toprağın ve gençliğim devşiriliyorsa da mı saygı be ahmak!.. Çoğunluk biziz, çünkü biz iman ediyoruz şehidlerin ölmediğine!!! Gözlerine iman edenlerin göremediği milyarlaca şehidimiz, kara topraktan sandıklarına basmışlar Şeriat mührünü, seçimi biz kazandık niye diyemiyorlar.

Anlıyor musun? Deden niye "hain" ile "düşmanı" ayırmış. Hain çünkü münafıktır, yalancıdır, mantığa uydurur yalanlarını ve sen terini akıttıktan, canını verdikten sonra kusar küfrünü pis sırıtan ağzından.
İşte bunu anladığın gün olacaksın asıl Ülkücü, muhtevası Allah Şeriatının en yüce olması olacak bileğinde patlayan süratları, milyarlarca şehidinin şu dünyadan daha sahici yüzlerinde belirecek gülümsemesi.

Sen Ülkücü değilsin şu halinle, lüpçüsün, yavşaklaşmış, her mukaddes fikri kusan şuurunla işte vatan şahid buna. Düşün, bütün yüreğimle, damar damar gerilen vücudumla ve hıncımla, düşün. Fikret, zikret, cihadet. Fikrini bul, zikrini bul, cihadını bul. Önce bunu düşün. Kafanı kaldırdığında dallacağın uyuşturucu ve pörsütücü havayı unutma. Zehirli bu hava, kafa karıştırıcı, zihin kontrolü görüyor musun? Bütün bu mantıklı ve hesaplı dünya gerekleri zamanında, bu koşuşturma altında bütün bir tarih yanıyor!!!! Olmaz böyle, biraz uymak lazım, zaman bu zaman diyenlere inama, Allah'a inan.
Söz yalama oldu. Ey Mukaddesatçı Türk Gençliği bunu iliklerine kadar his ediyorsun, avutuyorlar seni !..

Fikir ve Aksiyon!.. Anlıyorsun.
Sedat Öztürk

Unutmadık !



22 Şubat 1980

İTÜ öğrencileri Serdar , Levent Erkenez ve amca çocukları Yıldız Müh. Mim. Fak. Öğrencisi Uğur Erkenez.

Bu üç Ülküdaşımız Beşiktaş’daki evlerinde babalarının gözü özü önünde komünist örgütün infaz mangası militanları tarafından canice öldürüldüler.

23 Nisan 2008 Çarşamba

Ülkücüye 9 Öğüt


ÜLKÜCÜYE 9 ÖĞÜT


-I- Meydan yerinden çekil ve küçük mukabelelerin hâsılatından kâr bekleme!..


-II- 10.000 mangalık bir ordu kuvvetinde olan sen,münferit,müstakil,başıboş manga hareketleriyle bir netice alabileceğini umma ve kanun idaresinde merkezi kumandaya bağlı ordu hareketine geçeceğin günü bekle!


-III- Kızıl mihraklardan emir alarak gizli bir ordu plan ve disiplini içinde hareket eden düşmanını ancak açıkça ordulaşacağın zaman tepeleyebileceğini, bu olmadıkça onların taarruz davranışlarını kızıştırmaktan başka bir iş yapamayacağını bil; ve hükümete düşen bu vazifeyi milli irade yoluyla hükümet olacağın devreye sakla!


-IV- Saldırılara katiyen karşılık verme her defasında millete kanlı gömleğinle görün!


-V- Onun taarruzuna yol açan, sana gelince de müdafaa izni vermeyen bir hava içinde ya bütün ölçüleri çatlatmak veya durduğun yerde patlatmaktan gayri ne yapabilirsin?..Ne o,ne öbürü!.. Hararet,gayret,hamle ve intikam hissini kaybetmeksizin sabırla İlahi cilveyi bekle!


-VI- Evine baskın verildiği,şakağına silah çevrildiği,sokakta yolunun kesildiği an dışında hiçbir davranışa geçme!Manevi kışlana kapan,iç ve dış şartlarını planla, mutlaka bir fikir ve kumanda merkezinde toplan!


-VII- Bu şartlar altında sana ermişlik gibi bir ruh düştüğünü; ve bu memleketi kökünden koparmak isteyen Allah ve Resul düşmanlarının gayelerine tek engel olarak seni seçtiklerini gör, bu şerefin dünya ve ahirette sana yeteceğini takdir et, iftihar et!


-VIII- Söyleyebildiğim ve söyleyemediğim üzerine kafa patlat!


-IX- Düşün, taşın, anla, kolla!..


Necip Fazıl Kısakürek

22 Nisan 2008 Salı

Kıbrıs



Kıbrıs... Günün hadisesi... Zaten bizde bir hadise günün olmadan konuşulmaz. Mücerretlere kimse gelmez.


Kıbrıs nedir?..


Bir yerde üç vasıf aranır:(Jeo Ekonomik), (Jeo Stratejik-askerî), (Jeo Etnik-kavmî).


Bu üç kıymetin önünde Kıbrıs nedir?


Evvelâ ekonomiyi ele alalım: Kıbrıs keleş bir araziden ibarettir ve bir kıymet ifade etmez!.. Alan için bir yüktür. Kıymetleri tesbit edelim. (Jeo Stratejik); bunu anlamıyorlar!.. Efendim, bize oradan ihraç yapabilirler mi? Senin bugün mensub olduğun politik anlaşmada üzerine Kıbrıs'tan bir ihraç bahis mevzuu mu?.. Yunan'ın bunu tek başına yapması kolay mı?.. O halde?.. O halde şu; On iki ada elinde dururken, İzmir dağının batıp da karabatak gibi çıktığı adalar dururken, Kıbrıs'a (stratejik) kıymet atfedebilir miyim?.. Kıbrıs muazzam bir (stratejik) kıymet sahibidir; ama taarruz etmek için... İyi anlayın meseleleri... Nitekim Hz. Muaviye devrinde, Kıbrıs, İslâm İmparatorluğunun basamak taşı olarak fethedilmiş, sonra el değiştirmiş, nihayet Osmanlıların eline geçerken de, muazzam bir taarruzun Avrupa'ya doğru basamak taşı olmuştur. Demek ki, dışarıya doğru kuvvetini şevkeden adamın elinde kıymet... Bana oradan korku gelmez!.. Zaten Oniki ada ortadadır!..


Şimdi en nazik noktaya geldik. (Jeo Etnik)... Kavmî... Çok üzülerek söyleyeyim size: Ben Havzacı değilim... Demin tekrar ettiğim gibi... Ben insancıyım ve şahsiyetçiyim. Bir şahsiyet en kötü yerden çıkabilir... En iyi yerden de hiçbir şey çıkmayacağı gibi... Fakat sahaların da, havzaların da Allah'ın mahlûku olarak, bir ortalama mânaları vardır!.. Kemmiyette, Kıbrıs'ta seksen ilâ yüzbin Türk var... Şimdi keyfiyete gelelim. Televizyon soruyor: «Ne istiyorsun ana vatandan?» diyor. «İçki istiyorum!» cevabını alıyor. Kıbrıs Türk'ü de budur!.. Hakikati istiyor musunuz?.. Acıtıyor mu?.. Nedir bu samimiyetsizlik?.. Sen tut, öyle bir iş yap ki, Kıbrıs'ı millî haysiyet meselesi haline getir!..


Nasıl olmuşsa olmuş, millî haysiyet haline getirilmiş bir kere... Doğrudur!.. Bu bir millî haysiyettir.. Yapılması gerekli... Yalnız ne yapıldığı bilinerek... Bugünkü, yahut devrik hükümetin yerinde herhangi bir hükümet olsaydı, Kıbrıs'ın o Yunan cuntasının küstahlığına karşı âkibeti bu olacaktı. Şahsın hüneri yok... Bir tane hüner var; şu kadar senenin, altun ordusunu kurmuş bir ırkın Mehmetçiğinin, hâlâ içinde kalan bir cevher rolünü oynamıştır!.. Bu rolü de çok büyütmemek lâzımdır! Çünkü karşımızda teşkilâtlı düşman mevcut değildir!..


Teferruata girmek istemem... Ve nihayet Mehmetçiğin zaten tarihî gelişi olarak elinde bulundurduğu bir meziyeti hemen apar, Mehmetçiğin sırtına çık, rey dilenmeye başla!..


Kapısına bir haydut dayanıp da, anasının ırzına tasalluta kalktığında, onun, haydudu öldürdükten sonra anasına dönüp; «Şimdi neyin varsa bana ver!» Demesine benzer!.. Anasının ırzını koruduğu için anasından rüşvet isteyen küstah!.. Ve sofrayı devir, bugünkü manzara doğsun...


Hikâye budur!..


Kıbrıs da bu...


(Hesaplaşma / Necip Fazıl Kısakürek)



RÖPORTAJ


Yeni, gelenekçi, ruhçu, mukaddesatçı Anadolu gençliğinin çilekeş hamurkarı Necip Fazıl Kısakürek... Onu bütün çapı ile, dost ve düşman, kim tanımaz!


Dergimizin Kıbrıs davası üzerinde tertiplediği röportaj serisine onunla başlaması elbetteki, en doğru hareketti. Telefonla müracaatımıza hiç bir neşir organının, hiç bir davetine, hiçbir şekilde cevap vermediğini, fakat MTTB'den gelen bu isteği zevkle kabul edeceğini bildiren Üstad, bizi evine çağırdı.


Evinde, şehir hayatına sırt çevirmiş ve kendi kendisini tecrit etmiş, sesten, şamatadan, her türlü manasız tezahürlerden uzak, bir nevi (akvaryum)abenzeyen, mukaddesatçı gençliğin sık sık doldurduğu evinde Üstadı bizi bekler bulduk. Hemen söze başladı:


NECİP FAZIL - Memlekette hemen her davada olduğu gibi, Kıbrıs meselesinde de haysiyetli bir anlayış bulunduğuna kani değilim.


MİLLİ GENÇLİK - Bir muhasebe yapmak ger~kirse bize -göre Kıbrıs meselesini nasıl değerlendirirsiniz?


NECİP FAZIL - Yirmi yılık Kıbrıs çıbanı patlak, verdi vereli aylar geçtiği halde, ortada hala mesel.enin peçesini kaldırabilmiş bir kalem veya ağız göremiyorum. Mesele daima bakireliğini muhafaza,etmekte ve benim bu zamana dek susmaktaki zaman kaybım, teşhis bakımından herhangi bir gecikme ifade etmekten uzak bulunmakta.


Türk’e göre Kıbrıs, “yurtta sulh, cihanda sulh” gibi, pasiflerin pasifi ve her türlü taarruz potansiyelinden yoksun, bütün derdi nefsini müdafaadan ve kabuğuna çekilip oturmaktan ibaret bir telakki gözüyle. Evet, böyle bir telakki gözüyle kocaman bir “hiç”tir.


Başta Araplar ve Osmanlılar tarafından,içeride tam bir oluştan sonra dışarıyı ve dünyayı kendisine irca, yani taarruzu bir gaye uğrunda feth ve teshir edilen Kıbrıs, ancak böyle bir davranış gözüyledir ki, her şeydir.


MİLLİ GENÇLİK- Kıbrıs ekonomisi ve stratejisi hakkında çok şey söylendi, fakat “etnik” bakımdan değeri nedir?


NECİP FAZIL - Hakikat aşkına çekinmeden bildirelim ki, Kıbrıs Türk ferinin (etnik) Türk kanadında mevkii -iyiler ve halisler daima müstesna- Türk ruhunun gerçek ve sağlam nescini vadetmekte zayıftır. Ve zaten mesele 80-90 bin Türkü kurtarmaktan ibaretse, Balkanlardan Orta Asya’ya kadar milyonlarca esir Türk yaşarken böyle bir rizikoya girmeyi emredici bir imtiyaz ve hususilik arz etmekten uzaktır.


MİLLİ GENÇLİK- Kıbrıs üzerinde emeli olan devletlere göre Kıbrıs’ın durumu nedir?


NECİP FAZIL- Sorunuzu, Yunan ve ingilize göre, Amerika ve Moskof’a göre, Araplar ve İsrail’e göre Kıbrıs şeklinde bölümlere ayırarak cevaplandırayım.


Yunana göre Kıbrıs; efendileri hesabına, tepesine “Büyük Yunanistan ve Elenizm” yazılı putlu bayrağı dikilmiş (fantazik) ve hayali bir bekçilik kulesinden başka bir şey değildir. 0, Kıbrısı, tek başına ne bir atlama taşı diye kullanabilir, ne de bir iç oluşun sınır karakolu olarak muhafaza edebilir.


İngiliz’e göre Kıbrıs; İngiltere, Sultan Abdülhamid’den ariyet suretiyle aldığı Kıbrıs’ı, Asya ve Afrikadaki imparatorluk ağının dalyan bekçiliği kulübesi olarak, ikinci Dünya Savaşı sonuna kadar muhafaza etti ve bu savaşı kazanmasına rağmen imparatorluğunu kaybedince artık bu yükü taşımaktan vazgeçti; orada bir iki noktayı elinde ve emrinde bulundurmakla yetindi. işte ne olduysa bundan sonra oldu. Kıbrıs ortada kaldı; ve (stratejik bakımdan gözleri kendisine dönük olup da el uzatmaktan çekinen büyük kuvvetlerin ses çıkaramayacağı bir kukla devlet haline getirilmekten başka bir tasfiye şekline imkan bırakmadı.


Amerika’ya göre Kıbrıs; ikinci Dünya Savaşı arkasından, onun, bayrağını dünya çapında bir hakimiyet sahasına dikme sevdasına düşmüş olması bakımından, birinci derecede kıymet sahibi bir kontrol, murakabe, müdahale ve gerektiğinde taarruz merkezidir; ve bütün yükü karşılıksız çekilecek bir (strateji) noktasıdır... Batılı diplomatların Kıbrıs’ı, “batırılamaz kocaman bir uçak gemisi” diye vasıflandırmaları yerindedir. Ve işte 6. Filoyu; daima arkalarında gezen ve hep sayıları artırılan Moskof deniz kuvvetlerinin Akdeniz’de mevcut hikmetleri de, bu noktaya, bu noktanın belirttiği manaya bağlıdır.


Moskof’a göre ise Kıbrıs; şimdilik (tez) ve (aksiyon) Amerika’da, (antitez) ve (reaksiyon) kendisinde olarak tam tersidir Moskof’un, Kıbrıs etrafında her Amerikan adımını çelmelemek, işi çıkmaza sokmak ve o havzada bir kargaşalık zemini sürdürmekten gayri hiçbir politikası olamaz; ve üçüncü dünya savaşını açmak kararını vermedikçe elinden hiçbir şey gelemez. Kıbrıs’ta hakimiyet kaydedecek bir Amerikalı eli, Sovyetlere göre, Baku ve İran petrollerinden Arap yarımadasına ve Şimal Afrika’sına kadar dünyanın şah damarı olan petrol sahasını, avucunda tutmak manasına gelir ve bu elin mutlaka bileğinden kavranması gerekir. Bu noktadan idrak edilmesi gerekir ki, Kıbrıs’ın bütün ehemmiyet ve kıymeti, Amerika ile Rusya arasındadır .


MİLLİ GENÇLİK - Ortadoğu açısından Kıbrıs’ın ehemmiyeti?


NECİP FAZIL - Araplar ve İsrail’e göre Kıbrıs’ı değerlendirirken busoruya ister istemez geleceğiz. Kıbrıs’ta fethedilemez bir kal'a halinde Amerikan üslenmesi İsrail’i mesut edeceği kadar , petrol havzasındaki Arap dünyasını berbat eder .Zira oradan desteklenecek ve israil topraklarından hız alarak gelişecek- bir toslama', Irak, Hicaz ve Libya müsellesinin çerçevelediği büyük ve hayatı madde “petrol” sahasını her an kontrolü altına alabilecek bir harekete yol açabilir. Hatta Kıbrıs’a istinatlı bir kontrol, herhangi büyük bir inkişaf ve ihtilat takdirinde İran ve Kafkas Petrollerine kadar yalayıcı bir sınır çizebilir.


O halde İsrail’e, Kıbrıs’ta Amerikan üslenmesini elinden geldiğince kolaylaştırmak, Araplara da engellemek düşer.


Türk’e göre Kıbrıs; esasta bir “lüzumsuz” ve “değersiz”in, artık kat'i bir lüzum ve değer haline getirildiği ve bir hatanın doğru olarak yürütüldüğü nokta olmuştur. Ters ve yanlış bir pasın gole çevrilmesi gibi...


Yunan için de vaziyet, gerçekleşmez bir servet gayesinin sarhoşluğuyla ana sermayesini tehlikeye düşüren ve “Elenizm” rüyasını kabusa çeviren ve sonunda kendisini apışmış bırakan hayalı bir hedef ...


İngiliz için, gidenin bir daha gelmeyeceği hakikatini ihtar edici ve buna rağmen biraz tutunmayı ve geleceği kollamayı tavsiye kılıcı bir bekleme iskelesi...


Amerika ve Rusya hesabını da karşılıklı “aktivite –harekiyet” yolları bakımından hayatı kıymet...


Neticede İsrail ve Araplar için, birinin Amerika, öbürünün de ister istemez Rusya taktiğine yardımcılığını gerektiren en nazik bir mevkii...


İşte, bize, Kıbrıs hareketi sırasında gayet sıcak ve fedakar bir yüz gösteren Arap dünyasını, kavimler arasındaki din birliği yanında, bu ölçüye bağlı görmek lazımdır. Amerikanın Kıbrıs davasında oynayacağı son rol billurlaşıncaya kadar İslam ve Arap alemi Türkiye’ye yardım çehresi göstermekle mükelleftir .Her halde, Yunan hegemonyası altında bir Kıbrıs, bu idare karşısına dikilici bir Türk maniası Araplarca hoş görülemez. Böyle olursa, petrol idealinin tepesine bir de haç bindirilmiş olur.


Amerikanın Kıbrıs’ta üslenmesi, bugünden “oldu-bitti” ifade edici bir başlangıç olduğuna ve hatta Yunanlıdan fazla Türkü tercih ettiren bir mana belirttiğine göre de, kıskaca alınmış ve “ehven-i şer”ler peşinde, hayat tedarikine zorlanmış ülkeler için, Kıbrıs’ta köprübaşı kuran bir Türkiye daima tercih unsuru teşkil eder .Bizim için de bu, tercih unsuru olmak mevkii, bugünlük, nefs müdafaamızın en doğru, yahut mecburi stratejisini gösterir.


Yunanın Amerika’ya omuz çevirme cilveleri yapmasındaki sebep işte bu tercih noktasında düğümlenmekte ve neticede nasıl olsa bir teseli mükafatı kazanacağını bilmekten gelen bir naz ifade etmektedir.


MİLLİ GENÇLİK - Teşekkür ederiz üstadım.


(Yukarıdaki röportaj; Üstad Necip Fazıl ile Kıbrıs Barış Harekatından beş ay sonra Aralık 1974 tarihinde M.T.T.B’nin çıkarttığı MİLLİ GENÇLİK dergisi tarafından yapılmıştır. )

21 Nisan 2008 Pazartesi

MHP' liye Hitap

MHP' liye Hitap

Sevgili gönüldaş!


Seni çok büyük,yüklü bir borç altında görüyorum. Sen, leke sabunu tarifecisi partiler geleneğinden basit bir halka olamazsın! malum dışarıdan ithal malı (bonmarşe) eşyası modeller yerine kendi aslına talip, içten bir kaynayışın billurlaşması olmak borcundasın!.. Bu bir!


Sana Türkçü ve kafatasçı gözüyle bakıyorlar. Onlara sen İslama girdikten ve onlar eridikten sonraki Türk'ün Türkçüsü ve kafacısı olduğunu göstemek borcundasın! Bu iki!


Sana fikirsiz ve çilesiz bini bir paraya, pis zamklı pulları daha pis ağızlarında ıslatıp (faşist) damgasını vuranlar var!.. Böylelerine ruh ve fikir şerraresiyle patlayan gücün ne olduğunu bilip öyle haykırmak borcundasın: " Eğer sevgilisine kavuşmak için dağı delen ferhad faşist ise ben ondan da faşistim!.. Bu üç!


Herbirinin kellesi tek tek giden ve tek tek avlanan 1950 kurbanının sahibi sen, zalim misin mazlum musun? O türlü mazlumsun ki hükümetin, Arenadaki Roma İmparatorları gibi zevkle şehvetle seyirci kaldığı milli katliam karşısında onun yapmadığını üstlenmek zoruna düşerken, bir de yine onun hısmına ve takibine uğramak gibi destansı bir direnişi temsil etmektesin! Bu şuuru gönlünde tutmak borcundasın!.. Bu dört!


Göğsü demokrasi rozetli, anlı halkçılık damgalı ama yüreği kelepçeli ve ağzı afyon tıkaçlı, dininden diline kadar prangalı üstelik prangasında " egemenlik ulusundur!" yazılı bir Türk Milleti var! Sen bu milletin ta kendisi ve öz davacısı olduğunu kafalara dank ettirmek borcundasın! Hürriyetin bir yalanı birde doğrusu olduğunu birinin eşek öbürünün de insan hürriyeti olğunu abideleştirmek... Bu beş!


Tanzimattan beri gelen bütün yakıştırma ve yapıştırma oluşların ve masonluk, yahudilik,dönmelik kuklaları düzmece kahramanların karşısında olduğunu ve yepyeni bir zaman ve tarih ölçüsüyle yola çıktığını mahyalaştırmak borcundasın!.. Bu Altı!


Devirmenin değil dikmenin dikeceği şey için devirmenin gerçek devrimcisi olmak borcundasın!.. Bu yedi!


Allah ve resulune mutlak teslimiyet bayrağı altında yeni Türk'ün topyekün insanlığa nasıl bir model hazırladığını heykelleştirmek borcundasın!.. Bu sekiz!


Saflarındaki sıklığı, tıkızlığı tüm ve son ifadeyi her türlü itiş ve kakıştan uzak aşk veiman nizamını yüzüğün ana taşları etrafında ki pırlantalar halkasına kadar her ferde yerini gösterici disiplin mimarisi ve ve.. Ve hakimiyeti bir mevhum olan halkta göstermek dolandırıcılığı yerine mutlak olan hakta göstermek sahiciliğini yarın zafer taklarında ışıldatmak borcundasın!.. Buda dokuz!


Sevgili Gönüldaş!


Bu dokuz maddeli ağacın, 99'uncu, 999'uncu, 9999 uncu daha nice dalları var..." Hiç bir nefse gücünden fazlasını yüklemem" buyuran Allah, Azze ve Celle. senin omuzlarına bindirdiği yükün taşıma gücünü de verendir. Almaya istekli ol ki, versin!


Allahın selamı, Türk'ün istikbalini kurtaracaklar üzerine olsun!


Necip Fazıl Kısakürek

20 Nisan 2008 Pazar

Abide Şahsiyetler (!)






Ülkü Ocakları Resmi Sitesinde "Abide Şahsiyetler" adıyla yer alan bölümde bazı isimler hakkında mason olduklarına dair bilgiler ve iddialar mevcut.



( http://www.ulkuocaklari.org.tr/abdshtr/index.htm )

Bunlar;

Ahmet Ağaoğlu,
Ahmet Hikmet Müftüoğlu,
Mehmet Emin Yurdakul,
Ahmet Vefik Paşa,
Yusuf Akçura,
Ziya Gökalp,
Enver Paşa.

Bu isimlerden Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Derneği'nin internet sitesinde http://www.mason.org.tr/ yer alanlar;

"Devlet Adamları ve Politikacılar" kısmında Ahmet Vefik Paşa, "Şairler & Yazarlar" kısmında Yazar ve Sosyolog Ziya Gökalp ve Milli Şair Mehmet Emin Yurdakul. Atatürk’ün çevresinde ülkeye hizmet etmiş masonlardan biri olan Ahmet Ağaoğlu.

Enver Paşa:

4 Mart 2008
tarihli Yeni Şafak gazetesinde 'Darbe geleneği mason kardeşlerimizle başladı' başlıklı haberde Mason Locası'na bağlı kuruluşlara gönderdiği yazıda Enver Paşa 'nın İttihat ve Terakki 'ye katılımı kendi ağzından şu sözlerle anlatılıyor:

"Meydanlığa çıkan köşede durduk. Talat Bey, cebinden çıkardığı siyah bir gözlüğü gözlerime yerleştirdi. Kapının önünde birisi 'Kimdir O?' diye sordu. Rehber, 'Yardımcı' dedi ve üç kez 'Hilal' diye seslendi. Kapıdaki de 'Hilal' dedi. Bir süre sonra odaya giren kırmızı cüppeli ve siyah maskeli biri, Cemiyet'e girmekte ısrarlı olup olmadığımı sordu. 'Buraya kadar geldin, istersen geldiğin yere geri götürülebilirsin' dedi. Nihayet sıra yemine geldi. Sağ elim Kur'an-ı Azîmüş-Şân, sol elimde bir kama ve bıçak üzerinde olduğu halde, 1293 Kanun-u Esâsî'sinin geri alınması üzerine yemin ettim."

Enver Paşa
'nın bu satırlarında sözünü ettiği Talat Bey, bir süre sonra Osmanlı'nın kaderini değiştirecek ve aynı zamanda masonların ilk Büyük Üstadı olacak Talat Paşa'dır. Ve okunur okunmaz anlaşılacağı üzere, Enver Bey bu yemini, bir Mason Locası'nda etmiş, böylece masonluğa değilse de, İttihat ve Terakki 'ye ilk adımını atmıştır. Tıpkı, bir İttihat ve Terakki mensubu ama aynı zamanda mason olan Resneli Niyazi gibi.


Ayrıca Cevat Rıfat Atilhan 'ın "Türk Oğlu, Düşmanını Tanı ! " kitabında yer alan bölüm:


" Enver Paşa birader Basra'dan Bosna Herseğe kadar bir imparatorluğu yıkıp İstanbul'dan kaçarken söylediği şu acı itiraf hepinize bir düsturu ibret olsun !
<< Biz Sultan Hamid'i anlamadık. Biz Siyonistlere alet olduk. Bizi beynelminel Masonluk istismar etti. Elimdir. Fakat.. Biz.. Siyonizm için çalışmışız... Maalesef Paşam. >> "





Diğer iki isim Yusuf Akçura ve Ahmet Hikmet Müftüoğlu hakkında da bir takım iddialar mevcuttur. İnternette yer alan bir çok mason listesinde isimleri geçmektedir.

TÜRK ve İSLAM düşmanı masonlardan Ülkücü Gençliğe "Abide Şahsiyet" olmaz !

Temel Prensiplerimiz;


ŞAHSİYETÇİLİK


Bütün insanlığı tek sıra üzerinde hizaya getirseler, o sıranın yüksekliği bakımından ulaşacağı en dik had içinde en uzun boylu tek şahsiyetin irtifaıdır.

· 100 milyonluk bir cemiyetin, 100 milyon köşeli bir yıldız gibi, ruh ve akılda en ileri zirvesi, köşeler içinde en fazla çıkıntılı, en ziyade fırlak olanıdır; yâni tek şahsiyet üzerinde düğümlenmiş bulunanı…

· Şu kadar ki, insan ve cemiyet hayatının nâmütenahî çapraşık ve girift oluş sırları içinde ve şahsiyetler arasında, şube şube, bu teki veya tekleri sıhhatle tartacak hiçbir terazi bulunmayacağına göre, dâva, bu teki veya tekleri ele geçirip geçirmemekte değil; bütün bir zümre adına, sıhhatle benimsenmesi pek kolay olan ana gayeyi ele geçirmekte… Gaye yerinde olsun da isterse her zaman ona varmak mümkün olmasın.

· İşte, bir cemiyette bütün temsil hakkı; mutlak olarak, fikirde, san’atta, ilimde, fende, siyasette, idarede hülâsa yapıcı ve kurucu insanî verim şubelerinin hepsinde, en uzun çıkıntılı yıldız köşelerinin, dolayısiyle en üstün şahsiyetlerindir.

· Dünya fikir tarihi boyunca çile doldurmuş her soylu kafa, bir bedahet kolaylık ve zerafetiyle hemen kestirir ki, cemiyet için belli başlı bir sınıfa istinat etmeyen hiçbir fikir sisteminin mimarî temeli atılamaz. Öyleyse bizim sınıfımız, o cemiyet içinde, bir bahçenin ağaçları gibi, en olgun ve örnekli ruh ve kafa yemişiyle yüklü, üstün şahsiyetler manzumesi…

· Her cemiyet hak ve hakikatini tanıdığı sınıfın vücut hikmetini ve imtiyazını bilecektir. Bâtıl ve müflis komünizma, bu hikmet ve imtiyaz adına işçi sınıfının ıstırabını sistemleştirmişti. İmdi, malûm ola ki, bir cemiyette tek mahkûm fert kalmaması için biricik hâkimiyet makamı, Allahın, idrak çilesini doldurmaya ve ona göre hayat çatıları kurmaya memur ettiği üstün kullar manzumesine bağlı; ve biricik hikmet ve imtiyaz, idrak ıstırabının kahramanlarına ait…· Biz de bir sınıfa bağlıyız. Fakat her sınıfı içine alan bir sınıf… Bu, her zümreyi bütün dertleri ve ıstıraplariyle kucaklayan ve kendi öz nefsinden başka her nefsi düşünen, mücerred bilmek ve anlamak çilesinin yakıp tutuşturduğu, cins yaradılışlar çevresidir

. Hak ve hakikatimizi dayadığımız ıstırap da, her acının üstünde, mücerret idrâk ıstırabı…

· Gelen her inkılâp, hakkın kendisinde olduğunu iddia edecektir. Bütün tarih boyunca hiç kimse hakka zıd olduğunu söylemiş ve söyleyecek değildir. Hakka mahkûmiyet ise hâkimiyetin tâ kendisi olduğuna gör, bizim şahsiyetçiliğimiz, hakkın en üstün kaza ehliyetini temsil edenleri hâkim kılma dâvasından başka bir şey değildir.

· Kudret Sahibinin, ezelî ve ebedî saltanatını inkâra kadar hür yaratmasına rağmen tam ve mutlak irade ve hâkimiyeti altında tuttuğu varlıklar gibi, İlâhî mimarînin, bu ulvî mânaya eş olarak insanî mimarîye tatbikinden ibaret olan ve gerçek imanla sarmaşdolaş bulunan bu yepyeni sistem, şu ânda, muztarip ve muhteliç dünyanın rahmindeki çocuktur; gelmekte ve gelecek olan, yalnız o…

· Bütün bâtıl ve müflis sistemler arasında, biricik doğru ve muzaffer, fakat eksik ve zayıf, ve aslî merkezinden mahrum bir tertip olan demokrasya ve liberalizma nizamının gerçek tekevvünü, yarın parlâmentoların, milletler adına kabul ettiği ve binbir tezada boğduğu hâkimiyet mefhumunu, hak adına yepyeni bir şuur ve sisteme sokup kendi içlerinden birer yüceler kurultayı fışkırttığı gün belli olacaktır.

· “Büyük Doğu”nun kafasında, bir Mebuslar Meclisi değil, bir “Yüceler Kurultayı” yaşamakta; ve bu “Yüceler Kurultayı”nın kürsüsünde “Hâkimiyet milletindir” levhası yerine “Hâkimiyet hakkındır” düsturu ışıldamaktadır.

(İdeolocya Örgüsü / Necip Fazıl Kısakürek)

Bozkurt İşareti ve Sağ Yumruk




Bozkurt İşareti ve Sağ Yumruk



El ile yapılan kurt işareti, yaklaşık 10 asırdır Gagauz Türkleri tarafından yapılmaktadır.1984 yılında Gagavuz Kültür Bakanı Maria Maruneviç, Ankara Bulvar Palas Oteli'ndeki bir toplantıya katılmıştı. Toplantının yapıldığı salona Bozkurt işareti yaparak girdi. MHP'liler bu işareti çok beğendiler ve o günden sonra kendilerine mâl ettiler. Gagavuz (Gök Oğuz) Türkleri Bozkurt işaretini yüzlerce yıldır selamlaşmak amacıyla kullanırlar.
Yani binlerce yıllık Türk simgesini Hıristiyan olmalarına rağmen Gagauz yani Gök Oğuzlar unutmamış el işaretiyle simgeleştirmişlerdir .



Bir yorum:

Vatan satanlara, düşmana tepki gösterirken, ' Bozkurt Selamı ' verilmez. Onlara verilecek en güzel, en kestirme mesaj, havaya kalkan, sıkılı bir yumruktur. Bu yumruğun balyoz gibi tepelerine ineceğini, sabırsızlandığımızı, kabımıza sığmadığımızı göstermek açısından, tepkinin en açık izah şeklidir yumruk.

HELE Kİ SAĞ YUMRUK !

*Ötüken


Bozkurt işaretinin kullanılmaya başladığı dönem 12 Eylül fırtınasının Ülkücü Hareket üzerinden geçmesinden sonradır. Bir dönemin kapanıp başka bir dönemin açılmasına sebep olan 12 Eylül darbesi kuşkusuz ülkücüleri bir değişime zorlamıştır. Bu anlamda bozkurt işaretini fikir, siyaset ve harekette bir değişimin sembolü olarak görmek yanlış olmaz. Sağ yumruk ise 12 Eylül öncesinde kullanılmıştır. Ana sayfada yer alan cezaevinden bir görüntüde de yer aldığı gibi.

Neden Sağ yumruk?

Sağ yumruk muhafaza etmeyi, öze dönüşü, birlik beraberliği, düşmana göz dağı vermeyi, Hak yolda verilen mücadelenin devamlılığını sembolize etmektedir.

Son olarak Üstad Necip Fazıl'ın sözleriyle bitirelim;


NE PUT ADAM, NE HAM YOBAZ, NE BOZKURT

YENİ NİZAM, YENİ İNSAN, YENİ YURT


19 Nisan 2008 Cumartesi

Sloganlar


Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın

İnananlar Kolkola, Yürüyelim Hak Yola

Ülkücü Gençlik ölecek, İslam Güneşi Sönmeyecek

Müslümanlar Küfre Karşı Tek Yumruk

Çağrımız İslam’da Dirilişedir

Kavgamız Vurguncu Düzenedir

Türküz, Müslümanız, İslam’ın Eriyiz



Dökülen Kan, Alınan Can Bizim
Yıkılsın Liberal - Kapitalizm

Savaşımız Vurguncu Düzenedir, Düzene

Hak Yol İslam

İslam Emperyalizme Başkaldırıdır

Ne Kamusal Alanı, Allah Her Yerde

İslam’ın Bayrağı Kanlarımızla Yükseliyor

Ya Olacağız Ya Öleceğiz, Öldükçe Dirileceğiz

Alişan Satılmış'ın Görevden Alınması


ABD Büyükelçiliği Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı James R.Snopp'un MHP Genel Merkezi'ni ziyaretinin arkasından Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı'nda bir operasyon yapıldı. Ülkü Ocakları Genel Başkanı Alişan Satılmış Amerikan Büyükelçiliği mensubunun ziyaretinden sonra görevinden alındı!


Ülkü Ocakları Genel Başkanı Alişan Satılmış geçen hafta aniden görevden alınınca bunun sebepleri üzerine kafa yoranlar en yakın ihtimal olan ABD Büyükelçilik mensubunun MHP Genel Merkezi'ni ziyaret edip burada Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Şandır ile görüşmesini hatırladılar. Gerçi, Şandır James R. Snopp'a pek de iyi davranmadı, ama kendisinden geleneksel Türk misafirperverliği de esirgenmedi. Snopp Türkiye'yi dolaştıklarında çeşitli il ve ilçelerde MHP teşkilatlarını da ziyaret edip kendilerini ve politikalarını anlatmak istediklerini, fakat teşkilatların kendilerini kabul etmediğini anlattı.


Görevden alınan Ülkü Ocakları Genel Başkanı Alişan Satılmış bir süredir "Faşizm ve emperyalizm karşıtı" tavırları ile dikkat çekiyor, Ülkü Ocakları teşkilatları da son dönemde Amerika ve İsrail karşıtı eylemler koyuyorlardı. Bu sert tavrı yüzünden MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin çeşitli defalar Alişan Satılmış'ı ikaz ettiği de biliniyor.


Amerikalılar ile MHP'liler görüştüğü sırada Ülkü Ocakları'nın web sitesinde "İslam Emperyalizme Başkaldırıdır" şeklinde bir afiş yayınlandı. Afişte Pakistan Devlet Başkanı Müşerref, Afganistan Devlet Başkanı Karzai, Suud Kralı Fahd, Ürdün Kralı Abdullah, KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat, Irak'lı Kürt Liderler Talabani ve Barzani'nin ABD, İngiltere ve İsrail liderlerine biat eder vaziyetteki fotoğrafları yer alıyordu.


Ülkü Ocakları'nın "sivri"çıkışları, web sitesinde tepki çeken afiş ve genel merkezin bunlardan rahatsızlığı, ABD'nin MHP'yi ziyareti de bunlara eklenince Alişan Satılmış'a adeta yol göründü ve görevinden alındı. Satılmış'ın yerine Devlet Bahçeli Ülkü Ocakları'nda Üniversitelerden sorumlu 27 yaşındaki Harun Öztürk'ü atadı. Öztürk'ün göreve gelir gelmez yaptığı ilk icraat da yukarıda söz ü edilen "İslam Emperyalizme Başkaldırıdır" afişini web sitesinden kaldırmak oldu.


Oysa Alişan Satılmış'ın yönetim anlayışı, Ülkü Ocakları'nın ve milliyetçilerin yerinin neresi olduğuna dair çıkışları MHP tabanından büyük ilgi görmüştü. Fakat bu ilgi genel merkezin onu görevden almaması için bir sebep teşkil etmedi.


Alişan Satılmış'ın görevden alınmasına yol açan son damla Amerikalıların şikayetiydi, ama bir başka sebep de bazı Milliyetçiler ile İşçi Partililer arasında oluşturulan "Kızılelma Koalisyonu"na karşı çıkışıydı. Başkan Satılmış bu koalisyonu "Bizim camiye gitmeyen adamla işimiz olmaz" diyerek bozmuştu!


Alişan satılmış kendisini görevden aldıranların Amerika'dan çok İngiltere olduğunu düşünüyor. Çünkü ona göre Doğu Perinçek grubu İngiltere'ye daha yakın duruyor. Hatta Aydınlık Dergisi Satılmış'ı bir müddet önce yaptığı bir haberde "Mehmet Eymür'ün adamı" olarak suçlamıştı.


Amerika'nın Türkiye'deki Amerikan karşıtlığı ile ilgilenirken adam adama nasıl markaja başladığı, anti-Amerikan olduğunu düşündüğü kişileri yerlerinden etmeye başlamasından da anlaşılıyor. Bush'un Amerika'sı Türkiye için gerçekten tehlikeli olmaya başladı!


2005

18 Nisan 2008 Cuma

Necip Fazıl Kısakürek ve Alparslan Türkeş



Necip Fazıl Kısakürek ve Alparslan Türkeş

Yüzü içinden, içi yüzünden işaret veren bir insan... Yani bir içe sahip olduğunu, bir iç taşıdığını belirten bir ifâde... Umumiyetle olduğu gibi, içinin sığlığı veya derinliği yüzünde cemadlaşmış olanlardan değil... Gizli ve hattâ acı bir iç... Kendisini fâşetmeyen, dışına doğru gayet ihtiyatlı, sâkin, telâşsız ağırbaşlı bir seciye...

Besbelli ki, bu adam, günün (standard), aynı kalıptan dökme ucuz politikacılarından uzak... Onu, 27 Mayıs gece baskınını ihtilâl kabul etmeksizin, gerçek ihtilâlci tipine yakın görebilirsiniz.
Kendisini, partisine ümit elini uzattığım son seçimlerden 9-10 yıl önce tanımış, evimde ve evinde birkaç kere görmüş, derin bir nefs muhasebesine davet etmiş; ve açık söyleyeyim, hayalimdeki lidere nispetle fazla vâdedici bulamamıştım.

Bu arada, o, ağır ve dengeli adımlarla yürümeyi bildi; hiçbir tarafa kapılanmadı, saman alevinden âni zuhurlarla imtiyaz kazanma yoluna iltifat etmedi, kendine göre bir plân ve strateji sahibi olduğu hissini verdi ve bilhassa en mühim eseri olarak, ruhun fikrî kuvvetinden ziyade adale ve hareket gücüne bağlı bir gençlik örgütleştirmeyi bildi.Gerisi ve kendisine seçimlerde ettiğim hizmet malûm... Bunda âmil, onun çekiciliğinden ziyade dâvamızı kalpazanca yürütmeye bakanların iticiliği oldu.

Ezel ve ebed arası büyük dâva yolunda, Millî Türk Talebe Birliğinin misallendirdiği fikir ve iman mihrakına Türkeş'in hareketli gençliğini oturtmak, stratejilerin en yamanı olabilirdi. Türkeş bu sırrı anladı ve seçimlere doğru ilk karşılaşmamızda meşhur "Bildiri"sini yüzbinlerce bastırıp dağıttı.

Türkün ruh muhtevâsını kayıtsız ve şartsız İslâm olarak tespit eden ve her şeyi bu muhtevâya tabî kılan, metbûluğu islâma ve tâbiliği milliyetçiliğe bağlayan bu tarihî "Bildiri", tamamlığından zerre feda etmez ideolocyamızın Türkeş tarafından nasıl kucaklandığına ait huccet ve onun portresinde yepyeni bir renk... Bizim seçimlerdeki davranışımız ise bu ilk kucaklayışa verilmiş bir avans. Asıl ödenek ruhumuzun kasalarında ve mahfuzdur.

Bir portre içinde daha fazla tafsilât verilemeyeceğine göre, şu anda Türkeş, sadakat göstermemesini imkânsız gördüğümüz bu ilk kucak açışın ve bugüne dek kendisini yıpratmayışın, israf etmeyişin hakkiyle ümit beslemek zorunda olduğumuz tek çehre...

• • •

Türkeş'in Partisine gelince, daha ortada Erbakan yokken aramızda bazı temaslar olmuştu. Benim, Erenköyündeki evimde ve onun Ankara'daki apartmanında yemekler yendi. Bana kafalı ve kültürlü bir insan intibaını veren Dündar Taşer'in de katıldığı bu toplantılarda kendilerine bir anlaşma protokolü vermiş ve tek şartım olarak cihana İslâm projektöründen bakmak ve mihrak tefekkürü İslâmda merkezleştirmek esasını öne sürmüştüm.
Dündar Taşer'in cevabı şu olmuştu:

- Eğer biz bu protokolü imza edersek, Partimizi kapatırlar!
Diyememişti ki:

- Biz bu protokolü, meydan yerinde, Agorada, rejimin gözü önünde imzalayamayız; fakat parmaklarımızın tuttuğu kalemle atılacak imza yerine ruhumuzun parmağını basarak doğrulayabiliriz.

O gün, bugün, 10-12 yıldır, dâvamızın köprüsü altından nice sular geçti ve tam bir anlaşma ve kenedleşme imkânını bulamadığımız Türkeş ve arkadaşlarıyle aramızda hiçbir yakınlık istidadı beliremedi.

Son hâdiseler "Kimya kâğıdı" teşhisimizde dokunduğumuz gibi, artık bütün sahteliklerin ortaya dökülmesini ve hakikat ne taraftaysa gösterilmesini emrediyor artık...Bir röportaj münasebetiyle suallerini cevaplandırdığım Ülkücü Gençliğe ve dolayısiyle MHP'ye bağlılığını bilenler, beni, kiralık vicdan esnafı gibi bu defa MHP'den yana sanıyorlarsa, yalnız kendilerini görmekle kalıyorlar ve görüşlerinin sığlığında boğuluyorlar demektir.

Ben yalnız Hak'tan ve onun yoluna yol veren Büyük Doğu'dan yanayım...Ülkücü Gençlik veya Milliyetçi Hareket Partisi'ne karşı durumumu, bundan 10 yıl evvelki Büyük Doğu'da, "Kısakürek ve Türkeş anlaşması" başlığıyla çıkmış şu yazı, bütün tazeliğini muhafaza ederek gösterir:

- Haberiniz var mı. Kısakürek ile Türkeş anlaştılar!

- Necip Fazıl'ı kazandık! Bundan böyle onunla el eleyiz!

- Büyük Doğu'nun ilk sayısında kapak resmi Türkeş'e ait... Derginin altı sahifesi de bize tahsis ediliyor!
- Büyük Doğu'nun çıkmaya hazırlandığı günlerde habire çalıştırdıkları şifahî rotatiflerle, bazı siyasî mahfeller ve yüksek tahsil gençliği muhitinde yayılan yukarıdaki ve benzeri haberlere verilecek cevap, şu, elinizdeki Büyük Doğu'nun ifade ettiğinden başka bir şey olamaz. Böyleyken, değil Türkeş ve C.M.K.P., Roma'daki Vatikan'dan, Moskova'adaki Kremlin'e kadar bütün ideolocya merkezleriyle derhal anlaşmaya ve el ele vermeye hazır olduğumuzu bildirir ve bunun tek şartı olarak şu ana ölçünün kabulünü ileri süreriz:"Bütün emirleriyle Allah ve Resûlü... Gerisi topyekûn bâtıl!"

İsa Peygambere, atfedilen, doğruluk derecesini bilmediğimiz, fakat söz olarak çok sevdiğimiz bir düstur, bizi tam mânasıyle ifade eder:"- Bizden olmayanlar bize zıttır; bizimle cem etmeyenler dağıtır!"Bugün ise benim için MHP ve Ülkücü Gençlik, ümidimi kökünden baltalamış olanlara karşılık, Bozkurdu söğüt ağacına döndüreceği günün hasreti içinde, uzaklarda çakan bir "Ümid Burnu" feneri... Büyük Doğu gemisi Kâbe yolunda, Süveyş Kanalını ellerinde tutanlara mukabil, Ümid Burnu'ndan dolaşmaya katlanacak kadar fedakârlık gösterir de oradan da yol bulamazsa artık paraşütçü birliklerle tepeden inmeyi düşünmekten gayri bir hesap sahibi olamayacaktır.
İster arkamızda milyonlar olsun, ister tek başımıza kalalım, yolumuz budur!Aynen mürşidimizin diliyle:"- O ki Allah'tan mahrumdur, neye maliktir; ve o ki, Allah'a maliktir, neden mahrumdur?.."

MEĞER NEYMİŞ?

Neticede ne oldu? Muradımız meğer neymiş? Benim MHP'li bir gazetede, içimde uzun zamandır bir su seviyesi gibi yükselen iradî bir davranışla, bellibaşlı bir plân çerçevesi içinde, fakat belki biraz gecikecek olduğu halde sırf bazı anlayışsız ve nasipsizlerin itişi yüzünden kaleme aldığım yazılar meğer ne gibi bir hedef kolluyormuş?

Bu gaye, 3 Mayıs günü Alpaslan Türkeş'in bütün ajanslara ve gazetelere verdiği el ilânı şeklinde bastırıp Anadolu'nun her tarafına dağıttırdığı (Türk Milletine Beyanname) isimli bildiri ortaya çıkıncaya kadar sezilemedi. Sadece anlaşılamamakla da kalmadı; bütün maskaralık ve sahtekârlıklara karşı şahlanma zemini arayan iki büyük gençlik grubundan ruh pınarı Millî Türk Talebe Birliği topluluğu ile adale şelâlesi ülkücü Gençlik arasında kurmaya çalıştığım köprü hikmetini de anlayan olmadı. Aksine, bu hareketimi, yavrusunu boğan kedi misaline kadar tersinden yorumlayanlar görüldü.

İslâm stratejisini patikalarda ve çıkmaz sokaklarda hebâ eden Millî Selâmet Partisi'ne karşı tavrım da, özlediğim parti veya için için yetişme muhitlerini körleştirmekten başka bir rol oynamaması bakımından en büyük takdirle karşılanacağına, iç ve gizli maktâları göremeyenlerce üzüntülere ve şahsım hakkında şüphelere yol açtı.

İster gençlik safları, ister parti blokları arasında gûya mânamızdan izler taşıyıp da o izler adına bize nâdanlık gösterenlere topyekûn cevabımız, eski Yunan'ın (Attik) devresinde (lirik) şiirin babası (Pindaros)un, hem de (Perikles) çığırının pırlanta cemiyeti hakkında söylediği bir sözdür:- "Meğerse ben, bütün bir ömür, katırlara saman yedirmek dururken yemliklerine çiçek doldurmuşum! Vâh emeklerime!"

Bu hal o kadar gücüme gitti ki, onun dâvamızı nasıl iflâsa götürdüğünü göstermek için, kalbime, Türkiye çapında bir haykırış koparmak arzusu düştü. Haykırışımı bir basın toplantısı halinde bütün ajanslara ve gazetelere vermeye kadar düşündüm.

İşte:"Son zamanlarda MHP'den yana bir gazetede vâki neşriyatım, hâdiseleri, topraktaki süprüntülük ağaç döküntülerinden ele alıp dallara uzanamayan ve köke inemeyen bazı cüceler âleminde, şahsıma ve fikirlerime karşı dil uzatma vesilesi olmuştur.Vaziyetimi, böylelerine karşı değil de, mâneviyatçı ve mukaddesatçı, sâf ve som Türk Gençliğine ve umumî efkârına belirtmekte isabet görüyorum:

1 - Kurulduğu ândan başlayarak hakkında daima şüpheci bir ihtiyat muhafaza ettiğim, türlü koalisyon ve muvazaalarla hükûmete girdiği günden beri de hiçbir tutum ve davranışını benimsemediğim, kendi öz gazetesinde bile en acı tenkitlere hedef tuttuğum, nihayet 4 yıldır belki 40 mahrem toplantıda gerekli yüksek stratejiye çağırdığım, fakat hiçbir defa hiçbir semere alamadığım ve "Büyük Doğu idealinin düşük çocuğu" diye vasıflandırdığım Millî Selâmet Partisi'ni, güdücüsü bakımından, bugün, devam ettirdiği hal ve tavır üzerine, manevî kursağında ekmeği yatan bir baba hakkiyle, aziz dâvamızın harcayıcısı ve batırıcısı olarak ilân ederim! Ne yazık ki, bugünedek küfrün halis müslümanlar hakkında kullandığı "istismar" kelimesi, şimdi aynı müslümanlar tarafından bu güdücü ve tâbileri hakkında kullanılsa yeredir. Taban münezzeh, fakat zirve müttehim...

2 - Yazılarımda motor ve adale kuvveti olarak gösterdiğim Ülkücüler çevresiyle, beyin ve kalb merkezi diye nitelediğim M.T.T.B. muhitini, herbirinin eksiğini öbüründe tamamlaması, halis milliyetçiliği kabukta değil, ruhî muhtevada bulması ve mutlaka elele kucak kucağa gelmesi gereken iki ana topluluk şeklinde gösterir ve yazılarımdaki temel plânın bu gâyeden ibaret olduğunu belirtirim.

3 - Mebusluğu, Senatörüğü, Bakanlığı, şu veya bu makamı Hakk'ın bana bahşettiği bugünkü manevî makam yanında ancak küçülme diye ele aldığımın bilinmesini diler ve böylece tam bir hasbîlik kürsüsünden haykırırım ki, İslâmı başına taç diye giyecek ve o tacın altındaki gövdeyi sadece taca hizetçi bilecek ve 150 yıllık sahte inkılâplar boyunca bu dâvanın en ince ve üstün stratejisini sürdürecek partiye talibim; onun mevcutlar içinden ve dışından olup olamayacağını dikkatle takip durumundayım ve karanlık ufuklarımızda beklediğimiz müjdeden bazı çakıntılar görmekte ve pek yakında bir güneş bombasının infilâkını beklemekteyim.
Bana çatanlara gelince, bunlar, bazı başlıklarına yeni moda kelle resimleri yerine kara sinek markası konulması gereken (amip) kalemler... (Amip)lere kurşun sıkılmaz.Hakk'ın bu ve öbür dünyada mîzanına inanmış müminlerin rahatlığı içindeyim."

Fakat sonradan vazgeçtim. Belki İlâhî bir tecelli ile kendi kendilerini ıslah yoluna girerler diye, işi Allah düşmanlarınca istismar edilmesi mümkün çapta ayyûka çıkarmayı doğru bulmadım ve bir (oto kritik) mahiyetinde bizden bir iki neşir organiyle "Rapor 3"e tahsis etmeyi uygun buldum.
Ve işte "bildiri"de beklediğimi kaydettiğim güneş bombası patladı.Alparaslan Türkeş, 13 Mayıs günü "Türk Milletine Beyanname" başlığı altında kaleme alıp bütün ajanslar ve gazetelere gönderdiği ve milyonlarca nüsha bastırıp her tarafa yağdırdığı tarihî bildiri ile, takip ettiğim stratejiyi taclandırmış ve kendisini hilkatindeki altun mâdenin 24 âyarlık keyfiyeti içinde göstermiş oldu.

TÜRK MİLLETİNE BEYANNAME

"MHP'nin lideri Alparslan Türkeş, 1977 seçimi eşiğinde nefsinin ve partisinin hesabını şöylece vermek mevkiindedir:

1 - Alparaslan Türkeş, yatalak bir idareye karşı, fikirsiz bir hareket saydığı 1960 ihtilâline, başta, sırf bir fikir yönü vermek ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin ihtilâli sömürmesine mâni olmak için katılmış fakat bu gidiş önlenemeyince uzak kalmış, Türk Milleti ve tarihinin ihtilâl kadrosuna biçtiği suçluluk dairesinin dışında kalmayı ve ibrasına nail olmayı şart bilmiştir.

2 - Alparslan Türkeş ve Parti'sinin dünya görüşü, ruhî muhtevaya bağlı milliyetçilik olarak metbûluğu (bağlı olunan) ruha ve tabiiliği milliyete veren bir anlayış içinde tek kelimeyle İslâm imanıdır.

3 - Alparaslan Türkeş ve Partisi, milliyetçiliği, içi kevserle dolu bir kâse şeklinde görür, ana kıymeti kâsede değil, kevserde bulur ve o kevserin nûrunu ışıldattığı nispette kâseye değer verir.

4 - Alparslan Türkeş ve Partisi, bugün en keskin bunalımını yaşayan insanlığa yol gösterici istikamet oklarını, Kâinatın Efendisi'nce getirilmiş ruh ve ahlâk ölçüleri olarak ilân eder ve tasarılarını, hasretlerini, her şeyini bu inanç mihrakında toplar.

5 - Dostluk ve düşmanlık kutuplarımızı tâyinde kıstaslarımız şudur ki: Ferd, zümre, sınıf ve makam olarak her kim ve her ne olursa olsun, Hakk'ın düşmanları düşmanımız, Hakk'ın dostları dostumuzdur.

Türk Milletinin maruz bulunduğu derin bunalımın tarihî gelişmesi bakımından yöneticilerin Türk Milletinin dert ve ızdıraplarının sebeplerini teşhis edemediklerini, tedbir ve çarelerde revizyona tabi tutamadıklarını ve taklitçi kaldıklarını görüyoruz.Türk'ün ruh köküne inmeyen ve bağlanmayan her tedbirin temelsiz kalacağı inancındayız.

1977 seçimlerinin eşiğinde, başta milliyetçi, mukaddesatçı Türk gençliği bulunmak üzere, Alparslan Türkeş ve Partisinin hüviyeti bu satırların ifade ettiği derin mânalardan ibarettir."

ALPARSLAN TÜRKEŞ
MHP GENEL BAŞKANI

Onu da benim beyannamem takip etti:

BEYANNAME

M.H.P. Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in "Türk Milletine Beyannamesi"ni okudum.
Pılı-pırtı odalarının raflarında dizili, kapağı arkasına devrik ve içi boş, hattâ süprüntü dolu teneke konserve kutuları halindeki partiler arasında, bugünden itibaren MHP, nazarımda bambaşka bir mâna ve hüviyet sahibidir. Onu, müslümanlık ve Türklüğün gerçek hakkını vermeye namzet bir topluluk olarak anıyor ve canımın içinden selâmlıyorum.Bu beyanname, tâ Cava'daki mü'minle Amerika'daki zenci müslümana kadar bütün İslâm âlemini ihtizaza getirecek ve oluş dâvasını temellendirecek kıymette tarihî bir hâdisedir. İdeal yumağımızın her lifini içinde saklayan bir tohum... İslâm âleminin Türkiye'den beklediği zuhur ve tecellinin tohumu...

Türkeş beyannamesinde dört ana esası, bir binanın dört direği halinde vazetmektedir:
1 - 1960 gece baskınının sorumluları arasında değildir.

2 - Posa ve kabuk milliyetçiliğinden uzak ve ruhî muhtevâya tâbi mânada milliyetçidir.

3- Başını dayadığı tek ruhî muhtevâ, yine tek kelimeyle ve bütün ölçüleriyle İSLÂM'dır.

4 - Son 150 yıllık taklit devremizin bütün sahtekârlıklarını tezgâhlayacak ve gerçek oluşu billûrlaştıracak bir tarih (revizyon)una taliptir.

Ne Mebus, ne Senatör, ne Bakan, ne şu, ne bu !.. Allah'ın bana biçtiği manevî makam ve memuriyeti bunlardan hiçbiri tercüme edemez. Bu bakımdan en canhıraş ihlâs ve hasbîlik kürsüsünden haykırıyorum: 40 yıllık mücadele ve yepyeni bir gençlik inşası hayatımda, bugün, bu beyannameden, bu beyannamenin sahibine ve partisine taktığı şeref ve mesuliyet bâzubendinden sonra, artık, emin olmaya yakın bir ümid nefesi alabilirim.150 yıldır hergün biraz daha artıcı bir hasretle kurtarıcısını bekleyen Türk Milletine "beklediğin geliyor!" müjdesini vermenin ilk ümid günü bu tarihî ândır.

"Emin olmaya yakın ümid" ışığının çaktığını gördüğüme ve bu ışığı nice defa hayâl edip de karanlıklara düştüğüme göre, bundan böyle yeni inkisarlara tahammülü kalmıyan yanık yüreğimi, dâva yolunda en küçük istikamet hatasına razı olmaz bir hassasiyetle bu beyannamenin halkaladığı sıcak avuçlara bırakıyor ve 40 yıllık emeğimin semeresini bu çevrenin aksiyoncu ruhundan bekliyor ve istiyorum!

İçi alev alev müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle, yeni Türk neslinin maya çanağı olmak ehliyeti hangi topluluktaysa ben oradayım.
Allah'ın inayeti ve Resûlünün ruhaniyeti bu yoldakilerin üzerinde olsun!..

Necip FAZIL

• • •

İhtimal âleminde, nefsini böyle bir beyannamenin bağı ile sımsıkı sarıp da sonra onu çözebilmenin özür ve çaresini tedarik etmek diye bir şey mevcut olmadığına, beyannamenin her harfinden ihlâs ve samimiyet aktığına, esasen Türkeş her haliyle böyle bir şüpheden münezzeh ve herhangi bir menfaat hesabından müstağni bulunduğuna göre...
Bütün bu gayretler,
Meğer neymiş?
Neye imiş?
Niçin imiş?
El-cevab:
Sadece Allah ile Resûlünün, en ince, en nâzik ve en halis mânada yolunu açmak içinmiş!

Ziya Gökalp



Necip Fazıl Kısakürek'in “Sahte Kahramanlar” isimli eserinde Ziya Gökalp’ten bahsettiği kısım:


Ziya Gökalp... Mehmed Ziya... 1875’de, Diyarıbekir’de doğdu. Dinde lâûbali baba terbiyesi aldı. Diyarbekir’de Rüştî ve İdadî tahsilini bitirdi. Fransızcaya çalıştı.Ziya Gökalp kurtuluş getirecek büyük mütefekkirin yakınlarına kadar yaklaşmıştır. Fakat girememiştir içeriye; ve tam aksine, dönmüş, her şeyini feda etmiş. ( Feliks Kulpa ) mânasındaki mütefekkirin tâ kendisi olmuştur. Demin dokunduğumuz nefs muhasebesinden bir şey yaşar gibi oluyor onda... Genç çağında kendisini vuruyor. İçinde yaşadığı yeni ve sahte dünyaya inanamaz oluyor. Dayanamıyor bu sahte âleme ve hakikati arıyor. İntihar ediyor. Kurtarıyorlar onu...Bu bir nefs muhasebesi başlangıcıdır. Fakat kendisini saadete götüremedi. Aksine, tersine götürdü. İstanbul’da Baytar mektebine giriyor. Yarım tahsil... İttihat ve Terakki hareketi... Selanik... “Genç Kalemler” dergisi... Ve ittihadın “Merkez-i Umumî” âzası, ( İdeolog )u, fikriyatçısı oluyor. Sade Türkçe ve Türkçülük cereyanının sahibi... Bu sade Türkçede hizmeti vardır. Benim neslim, ana dilimizle yazanlar, o cereyana borçluyuz kendimizi... Yalnız burada bir incelik var. Sade Türkçe ile uydurma Türkçe arasındaki fark... Biri anamın babamın dili, öbürü kurbağaların dili...

Türkçülüğüne gelince...

( Feliks Kulpa )ların en büyüğü... Çünkü kendi ( orijinal ) bir filozof değildi. Bir sistemin sahibi değildi, bir esas getirmedi. E. Durkheim ( Emil Dürkaym ) isimli ( sosyolog ) ve filozof bir Fransızın kopyacısı oldu. Kopyayı da aslına sadık kalarak yapmadı. Çünkü – burası en ince nokta – ( Emil Dürkaym )ın kafasında, anlayışında, milliyetçilik, ruhî muhtevânın, yani inanılan şeyler mecmuunun, bilhassa dinin, o milletin hususiyetlerine serptiği renkler ve çizgilerden meydana gelme duygu... Milliyetçilik budur! O, bunu, İslâmiyeti kaldırıp yerine bir şey getirmek suretiyle telafi yoluna saptı. Yani Reşat Paşadan beri gelen İslam düşmanı hareketi, İslamın ruhunu anlayıp ona göre çürüğe çıkaracağı yerde, aksini yaptı. İslam düşmanlığında hepsinden ileri gitti. Fakat temelsizliğini de anladı, İslam yerine Türkçülüğü getirmeye kalktı. Binaenaleyh, bilinmesi lazımdır ki, - kimsenin taassubuna hitap etmiyorum; yalnız, hal ve vicdan duygusuna hitap ediyorum ! – İslamiyetin yaptığı o muazzam fütühatın, ruhî ve maddî o muazzam hamlenin yerine, manevî bir unsur olarak ırkçılığı getirdi. Evvelâ ustasına ( Dürkaym ) sadakatsizlik gösterdi. Çünkü ( Emil Durkaym )ı okuyan, milliyetçiliğin ruhî muhteva üzerinde tecelli ettiği ( doktrin )inden ötürü, onun kıymeti İslamiyete vermesi gerektiğini anlar. Hem onun çırağı oldu, hem de ustasına, ustasının ( doktrin )ine sadakatsizlik etti. Felsefe tahsili yapanlar bu hakikati bilir. Türkçülüğü de İslamiyeti bir şeyle değiştirmek için benimsedi. Buna vesika isteyenler benden derhal laboratuar tecrübesi kadar emin bir şekilde senet talep edebilirler. İki tane vesika: Birini şimdi okuyacağım. “Türkçülüğün Esasları”nı okuyanlar onun İslamiyete karşı tavrını anlar:

“Bir ülke ki, camilerinde Türkçe ezan okunur,

Köylü anlar mânasını namazdaki duanın,

Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’an okunur,

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdanın

Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!”

Bu şiiri yazan İslamiyeti feda ediyor demektir. Kuran’a Türkçe demek topyekûn İslam ölçülerini ve Allah’ı inkâr etmeye müsavidir. Çünkü Kuran ne şudur, ne budur – ne Türkistan, ne bilmem ne dediği gibi – ne de Arapçadır. Kuran Allah’ın Arapça üzere inzal ettiği öz kelamdır ve Arapça dâhil, hiçbir lisan ile kıyas ve iştirak kabul etmez bir keyfiyettir. Bu sırrı anlatabilmek ve anlayabilmek için, Yunus Emre’nin dediği gibi, bir ömür, toprakla kepeği birbirine karıştırıp yiyebilmek lazımdır.

Bu arada, Ziya Gökalp’in, Allah’a karşı tavrına ait bir müşahade... Tarihin ve kimsenin bilmediği bir hadise... Benim 40 yıllık bir hatıram!

Bundan 40 küsur yıl önce, Abdülhak Hamid’in evinde bir hanımefendiyle tanıştım. Bu hanımefendi, ömrü Avrupa’da geçmiş, ne Ziya Gökalp’i tanıyan, ne Türkiye’yi ve Türk Edebiyatını bilen, züppe, Avrupalılaşmış bir kimse... Kimsenin, kastla, ne lehine olabilir, ne aleyhine… Ben Abdülhak Hamid’e, Ziya Gökalp’in dinsizliğinden bahsederken birden doğruldu ve aynen şunları söyledi:

-İstanbul’a gelişlerimden birinde hastalandım ve Fransız hastanesinde yattım. Bitişiğimdeki odadan garip sesler geliyordu. Kim olduğunu, bu sesleri çıkaran hastanın kim ve ne olduğunu sordum. Meşhur Ziya Gökalp, dediler. Mebusmuş, profesörmüş... İsmini bile yeni duyuyordum. Öldüğü gece, başını duvarlara çarparak, sabaha kadar, Allah’a en galiz kelimelerle sövdü. O kadar fena oldum ki, bu hal karşısında, odamdan çıkıp başka bir yere sığındım. Öğrendiğime göre Allaha inanmazmış...

Hem Allaha inanma, hem ona söv! Duyulmamış, görülmemiş şey!

Ben bu konferansı ilk defa, Ankara’da, Dil-Tarih Fakültesi konferans salonunda verirken, tam bahis bu noktaya gelince biri ayağa kalktı ve bağırdı:

-Yalan! Olamaz!

Dinleyenlerin adam aleyhindeki sert tezahürlerini önledim ve adama hitap ettim:

-Yalan kelimesini nasıl ağzınıza alabiliyorsunuz?

Cevap verdi:

-Sizin için değil, o hanım için söylüyorum!

-Asıl o hanım yalancı olamaz! Zira şununla, bununla alakasız, şahsî âleminde ve dışarıyla irtibatsız bir kadın... Böyle şehadetler tarih ölçülerinde en makbulleridir. Onlara “istikrâî–kendiliğinden” vesika denilir ve hiçbir garaz ve ivaz kollamadığı için en emin şehadet göziyle bakılır. Bu ölçüyü muhafaza edecek olursanız, her türlü peşin kasttan âzade bu hanımı doğrularsınız!”

Kadın hakkında bu görüşüm tamamiyle yerindeyken, ille onun verdiği vesikayı istinat diye de bir şey yoktu ortada... Din ve İslam düşmanlığına Ziya Gökalp’in, bizzat eserleri şahitti. Fakat o hanımın şehadetinde de; kahraman sanılan zatın ruhundaki maraza ait korkunç bir delâlet tütüyordu.

(Sahte Kahramanlar / Necip Fazıl Kısakürek)