27 Haziran 2008 Cuma

MHP Erciyes Kurultayı Tarih Oluyor




MHP Erciyes Kurultayı tarih oluyor


Alparslan Türkeş'in ülkücüleri her yıl bir araya topladığı 'Erciyes Zafer Kurultayı' artık yapılmayacak. Bu kararın'Türkeş'in vasiyeti' olduğu belirtiliyor...


Türkeş'in her Türk devleti için bir kurultay yapılmasını istediğini belirten Korkmaz, "Bunu gerçekleştirdik. Son kurultayı Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için düzenledik. Böylece Başbuğ'un vasiyeti yerine getirilmiş oldu. Artık bitti." dedi. "İptal talebi genel merkezden mi geldi?" sorusuna 'hayır' karşılığını veren Korkmaz, kurultayı organize eden Kayseri il teşkilatının kendi inisiyatifiyle karar aldığını kaydetti. Erciyes Dağı'nın Tekir Yaylası'nda 18 yıldır yapılan Zafer Kurultayı, her yıl ağustos ayının ilk haftasında ülkücüleri bir araya getiriyordu.


Kurultay vesilesiyle her yıl ağustos ayının ilk haftasında Erciyes'in zirvesinde buluşan ülkücüler, 2 geceyi burada geçiriyordu. Artık kurultay düzenlemeyeceklerini söyleyen Kayseri İl Başkanı Süleyman Korkmaz, resmi açıklamanın 10 gün içinde yapılacağını belirtti. Korkmaz, "Kene korkusu, ülkücülere kurultay iptal ettirdi." iddiasının da doğru olmadığını bildirdi.


MHP'den üst düzey bir yönetici de, bundan sonra 'Erciyes Zafer Kurultayı' adı altında bir etkinlik yapılmayacağını doğruladı. Zafer Kurultayı yerine, daha dar, bölgesel şenlikler düzenleneceğini belirtti. Bunun ilkinin geçen yıl gerçekleştirildiğini belirterek şu bilgiyi verdi: "16 Türk devletini temsilen her yıl bir Zafer Kurultayı yapıldı. KKTC ile birlikte bu 17 oldu. Geçen yıl yapılan Zafer Kurultayı değildi. Dar kapsalı bir şenlikti aslında. Daha önce yapılan 17 Zafer Kurultayı, genel merkezinin organizasyonu çerçevesinde yapılıyordu." 17 yıl boyunca ülkücüleri konuk eden Tekir yaylası renkli olaylara sahne oldu. En coşkulu kurultaylar hiç şüphesiz ki Türkeş'in döneminde geçti. İlginç olaylar, diyaloglar yaşandı. Bozkurt heykeliyle ilgili olay bunların başında geliyor. Bursa ülkü ocaklarına mensup ülkücüler tahta üzerine yapılmış uluyan bir bozkurt heykelini alkışlar eşliğinde kalabalığı yara yara Türkeş'e hediye etmek istedi. Ancak konuşmasına ara veren Türkeş, "İndirin o heykeli, siz putperest misiniz? Putperest mi oldunuz?" diye çıkıştı. Bunun üzerine, eller üzerinde gelen bozkurt heykel ani bir manevra ile geriye döndürüldü; ardından yere indirilerek sessizce kaldırıldı.


Başbuğ'un vefatından sonra MHP genel başkanlığı koltuğuna oturan Devlet Bahçeli'nin katıldığı kurultaylarda da enteresan gelişmeler oldu. Adıyaman teşkilatının, Bahçeli'nin açış konuşmasından sonra iki tepeden birden otomatik silahlarla ateş etmeleri günlerce konuşulmuştu. Kongre sürecine denk gelen bir kurultayda da, genel başkan adaylarından Ramiz Ongun kurultay alanından zorla çıkarılmıştı.


*Haber7

TARİH, AHLÂK ve MİLLİYETÇİLİK




TARİH, AHLÂK ve MİLLİYETÇİLİK

Abdullah Kuloğlu


"Cemiyette, umumi ve ameli bir iman ve amel mevzuu olmak bakımından kendilerini din yerinde gören felsefî mezhepleri, sadece davaları yüzünden ve batıl tarafından mücerret din kadrosuna alacak olursak, ahlakın kaynağını esasta bire irca edebiliriz: Din...”

İdeolocya Örgüsü

· Tarih

Tarih ilmi de diğer ilimler gibi eşya ve hadiselere yanaşan insan şuurunun tecelli zeminidir. Şuur dendiği zaman, bu şuurun insan hakikatinde “ahlak” davasına çıktığı bir bedehat. Tarihî hadiselerin şöyle değilde böyle değerlendirilişinde hep “ahlak” meselesi üzerindeyiz. Tarihî bir kütle gibi kabul ederseniz, ondan çıkarılabilecek heykellerin nihayeti yoktur. Tarihî yorumlama işi bu noktada enfusî-subjektif bir mahiyet kazanır ve bilinen anlamıyla (pozitifist-objektif!) tarih bilimciliği sahasından taşarak, bakana göre mahiyet değiştirir. Artık bu aşamada tarih, kuru vakaların teşhisi zemininden (kütleden) hareketle, ahlakî bir davanın ispat sahasına dönüşür. Bu durum her türlü ahlakî telakkinin kendisine bağlı tarihî görünüşünü ve görüşünü temsil eder. Misal kuru maddeci materyalist bir ahlak anlayışının temsilcisine göre, Osmanlı toprak yönetimi pekala feodal toprak yönetiminin bir çeşididir. Bir kemaliste göre ise, Osmanlı devlet şekli batıdaki gibi bir monarşinin temsilcisidir. Tabiî bu tür misallerin birçoğunu siz de biliyorsunuz. Pekiyi verilen bu misallerde vakanın kendisi mi değiştirliyor, yoksa vakalar aynen tespit edilmesine rağmen vakaya yanaşan insan şuurunun yönlendiricisi, biçimlendiricisi kısaca işleticisi “ahlak-peşin fikir” mi farklılaşıyor? Tarihe ait vakaların tespitinde yanlışlıkların olabilmesi veya kastî olarak çarpıtmaların yapılabilmesi pekala mümkün. Fakat biz işin bu yönünü değil de, velev ki vakaların tesbitinde bir anlaşma olmasa bile temel farklılığın insan hakikatine bağlı bir keyfiyet-hal oluşu üzerindeyiz. Öyle ise tarihçilik meselesi iki unsura bölünüyor diyelim. Birincisi, vakaları tespit unsuru. Bu unsur varlığın mekanî-surete ait yönünü gösterir. İkincisi ise birinci unsurun açıklayıcısı bir unsurdur ki, bu da varlığın zamanî-manaya ait oluşuna ait bir husustur. Bu tasnife göre kendini vakaları tespitle kayıtlama durumunda olan bir tarih anlayışı ki pratikte mümkün değildir, tam bir tarihçilik değildir. Bu tür tarihçilik sessiz ve suskundur, insanî, yani ahlakî değildir. Tarihî vakaların tespitini öne alıcı bir bakışla, “suretler olmadan manalar tecelli etmez” hikmetinden pay almış her tarihî görüş, doğru veya yanlış, hak veya batıl, ahlakîdir ve bu manada gerçek tarihçilik imtiyazına sahiptir. Onda bir eda, tavır ve uslup görürsünüz. Kütle, şekil kazanır ve insana bir şeyler söyler. Ya hiçliği veyahut hepliği!... Heykel bir tasavvur ise, kanatlı insanın bir zamanlar gerçekten var olduğu peşin fikrine dayalı bir tasavvur da heykeldir heykel olmasına da, hakikati temsil eder mi etmez mi sorusundan kurtulamaz. Öyle ise doğru tarih için bir Kefil lazım!... Her tarihçi, neye dayandığını söylemek zorunda!.. Kritik soru şu “ben senin tasavvurunu anlıyorum anlamasına da, bu tasavvurun dayandığı “Dur ve Geç”ler nerde?” “Dur ve Geç”in hadleri bilmek manasına ifade edildiğini, hadleri bilmenin de edep demek oluşunu ve bunun da ahlâkla ilgisini dikkatli nazarlara sunarız.
Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun Sefine adlı eserinde sıklıkla vurgu yaptığı “bakılanın bakana göre oluşu” meselesinin tarihçiliğin de esaslı bir meselesi olduğu bir bedahat. Tarihe ait mekanî tespitlerin talî oluşu şundan bellidir ki, bu tespitlere muhatap olan kişi, şuuruna akıtılanın kuru malzeme yığını oluşundan bir ağırlık his eder!.. Bir misal; a-b-c diye sıralanan harflerin sürekli bir devr-i daim halinde tekrarı karşısında bunalan şuurun hali!.. a-b-c diye sıraladığımız harfleri sesin temsilcisi olarak değil de, herhangi bir işaretler dizisi olarak ele alırsanız, bu işaretlerin nihayetsiz olabileceğini kavrayabilirsiniz. Bunu kavradığınız anda tarihî bir bakışla “kader-malum”un gerekliliğini de zevken idrak ederiz!.. Şüphesiz nihayetsiz işaretlerin dizilişinde misal olarak “B-İ-R” dizilişinin de yeri vardır. Fakat biz yine biliriz ki bu “B-İ-R”in bizim bildiğimiz BİR’le bir benzerliği yoktur!.. Bu bir bedahat. A-b-c dizilişine tekrar geri dönersek, açıkladığımız duruma nazaran, “şiir”in temsil ettiği sır nedir?!.. “Şiir” bizimle a-b-c müşterekliğini kullanarak temas eden unsurüstü bir keyfiyettir. Bu temas bizde bir hasse halinde “şiir idraki”nin de varlığını gösteriyor ki, teması mümkün kılanın asılında bizde saklı olan aynı “şiir” olduğunu anlıyoruz. Bu gözle bakıldığında tarih nefse aynadır!. “Bakılanın bakana göre oluşu” hikmeti!.. Tabiî olarak böyle bir anlayışın getirdiği diğer bir zorunluluğun “Mutlak Fikrin” gerekliliği davası olduğu yine bedahat!.. Kefalet Meselesi!.. Öyle ise tarih geçmişi, bir mimarî olarak kaydeder!..
Anlattıklarımızdan yola çıkarak güncel bir konuya da parmak basalım:Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in değerlendirilişi mevzuunda çeşitli tarihçilik (!) denemeleri yapanların ürünleri “mahiyeti hiçe çıkan varlık” nevinden olup, Kefalet Rejiminden yoksundur ve kendi mahiyetlerinin resmidir!.. Yani “hiç”in ve “şiir”cik bile değil!.. Kısaca en hafif tabiriyle “edepsizlik” ediyorlar. Bu işin Kefaleti “ varlık varlıkla” anlaşılır silsilesi içinde kendini ispat etmiş, bu ispatla EMİN OLMUŞ SALİH MİRZABEYOĞLU’NUN KÂRIDIR. İspat soranlara, “MUTLAK FİKRİ”İN KEFALETİ ALTINDAKİ İBDA KÜLLİYATI “ŞİİR”İ YETER !..

· Anlatılanların Işığında: Batıda Milliyetçiliğinin Tarihî Seyri; Neyin Mimarîsi?

Liberal-kapitalist anlayışın temellenmeye başladığı dönem aynı zamanda Batı da teknolojik imkanların ferdin servet edinme ve sermaye biriktirebilme imkanlarını hızla arttırdığı bir dönemdir. Fert bu dönemde ticarî birikimin gücünü artan üretim imkanlarının eşliğinde yeniden fark ettmiş, aynı dönemde bu duruma bir tepki olarak toplumcu birikim veya toplum için birikim savunucuları ortaya çıkmıştır. Dikkat edilirse bu iki tarafın temsil ettiği insan anlayışı “homo economicus” tabiri ile dillendirilen çıkarcı insan tipidir. Mücadele bir paylaşım mücadelesi şeklinde ceryan eder ve karakteri iç çatışma şeklindedir. Daha öz ifadesi ile anlayışta, zıtlığın aksine bir birlik, fakat tutulan taraflar açısından bir karşıtlık vardır. Buna göre marksistlerin iddia ettiği gibi temel çelişki asla sınıf temelli olamaz. Çünkü marksistlerin ve liberal kapitalistlerin içtimaî sınıf anlayışları, insanın varlık gayesini çıkarla açıklama ortak paydası altında şekillenir ve tek fark, karşıt tarafları tutmakla nihayetlenir. Bir benzetme ile açarsak; bir futbol müsabakasında iki takımın gayesi birdir, fakat birbirlerine karşıdırlar!.. Pekiyi bunun yanında liberal kapitalist anlayışın savunucuları içtimaî tarihi hangi temel üzerinden açıklarlar?.. Marksistler için bu temel, sınıfların mücadele tarihidir, bunu genelde hepimiz biliriz, fakat liberal kapitalistler için tarihî tez milletler arasındaki mücadeledir. Bu tez, özellikle merkantilist dönemde ticari sömürgeciliğin temel argümanı ve hukuku olmuştur. Yine bu yaklaşımda da temel çelişkiye ait bir iz bulamazsınız. Olan bir karşıtlığı işaretlemektir. Bu bilgilerin eşliğinde tarihe baktığımızda her iki karşıtlığında tarihe ait bir parça olduğunu fakat içtimaî zıtlığı işaretlemekten çok uzak oldukları görülecektir. İlk dönem liberal kapitalist anlayışın çatışmacı ve rakibini yok etme stratejisine bağlı olduğunu görüyoruz. Bu dönem oldukça uzun ve batı için sıkıntılı sonuçların gözlendiği bir dönem olmuştur. Malum olduğu üzere iki büyük Paylaşım Savaşı’nın ardından iktisadî açıdan büyük bir yıkıma uğrayan batı, milli iktisadî doktrin yerine milletler blokunu temsil eden bir iç yapılanma doktrinini benimsemiştir. Bunun müşahhas planda temsilcisi Avrupa Birliğidir. Bu yeni doktrine geçişte, üç önemli faktörü sıralayabiliriz. Birincisi sosyalizimin temsilcisi SSCB’nin tehdidi, ikincisi milli iktisadî doktrinin şart koştuğu korumacı pazar yapısının artan üretimin önünde bir engel oluşu, üçüncüsü ABD gibi çok güçlü bir rakibin işbirliğini zorlaması. Liberal kapitalist milletler mücadelesi tezi bu durumda hem siyasi hem de iktisadî tazyiklerle şekil değiştirmiş bulunuyor. İlk dönemde mikro düzeydeki bir birliğin sağlanması için soy birliğinin ideolojisi kuruldu ki bu dönem özellikle merkantilist dönemden 2.Paylaşım Savaşı yıllarına kadar devam etmiştir. Sonra bu ideoloji yerini bugün globalleşme, küreselleşme..vs adı altında daha büyük kitleleri ihtiva edecek şekilde üst kimliklerle ortaya koydu. Dikkat edilirse bu tarihî seyir iktisadî üretim ve tüketimin artan pazar ihtiyacını karşılayacak şekilde aşama aşama daha fazla nüfusu ihtiva edecek üst kimliklere geçişini gösteriyor. Bir dönemin üst kimlikleri bir zaman sonra alt kimliklere dönüşüyor. İktisadî ihtiyaçların doğurduğu üst kimlikler yine aynı ihtiyaçların zorlaması ile yeni üst kimliğe yerini bırakıyor. Her bir kimlik yenilemesi beraberinde kendi ideolojisini temsil eden yeni değerler doğuruyor ve bir öncekini iptale yöneliyor. Dikkat edilirse batının felsefe hayatı ile iktisadî, siyasî ve içtimaî hayatının aynı karakteri taşıdığı görülebilir. Öyle ise şöyle bir iddiayı ortaya atabiliriz; aslında liberal-kapitalist anlayışın tarih tezi fert çıkarını merkeze alan bir anlayışı perdeleyen kimliklerarası bir mücadele tezidir ve bu tez bizce batı için geçerli bir tezdir. Kimliklerarası mücadele derken bunun iki yönlü olduğunu belirtelim; birincisi eski üst kimliği temsil edenlerle, yeni üst kimliği temsil edenlerin mücadelesi, ikincisi paradigmayı temsil eden üst kimliklerin kendi arasındaki mücadelesi. Aslında doğrusu, paradigmanın değiştiği yok!..
Batı tarihî kütlesi bize iki tür ana milliyetçilik damarı sunar. Birincisi merkantilist dönem diye tarif edilen henüz sanayinin neşet etmediği bir vasatta, ticarî kapitalizim temeli üzerine kurulan, kendini hukukî ve harsî unsurlarla açıklayan ulus milliyetçiliği. İkincisi ise, sanayinin olgunlaştığı, sermaye birikiminin ulus sınırlarını zorladığı, iktisadî ortamın daha geniş kitleler üzerinde birlik arzuladığı, maddî zorunluluklara karşı oluşan faşist ırk milliyetçiliği. Buna göre ulus milliyetçiliği iktisadî akışı tamamlayıcı ve bütünleştirici bir araç rolünde iken, faşist ırk milliyetçiliği iktisadî akışa karşı bir tepki hareketi olarak, onu ırkının aracı haline sokar. Dikkat ederseniz her ikisi de iktisadî akıma karşı bir tavır sergiler. Bunu şöyle hayal edin; büyük bir baraj patlamış ve şehri azgın sular basmaktadır, kimileri boşuna enerjisini tüketmemek namına kurtluşunu suyun tabiî akışına teslim ederken, diğerleri bu tercihin aksine akıntıyı şehir namına kulanmanın peşindedir. Büyük fikrî, siyasî ve iktisadî akımlara karşı kendini koruma ve kollama hamlesi olarak bu iki tür milliyetçilik, mevzilenişleri itibari ile farklı konumlara sahip olsalar da esesta beynelminelciliğe karşı bir tepki müşterekliğinde birdirler. Misalimizde patlayan baraj, skoloastik ahlaka dayalı Hırıstiyanlık felsefesi iken, şehri basan su hakkını arayan akıldır. Ulus milliyetçiliği fikri bu suya tamamen teslimdir. Faşist ırk milliyetçiliği ise tekrar bir baraj inşa etmenin derdindedir. Ulus milliyetçliği saf akılcılığın versiyonlarına gebe haliyle aklî sonuçların karakterini yansıtıcı iki temel direk üzerine dikilir, liberal metaryalizim ve marksist metaryalizim. Bu iki görüş de anasının zıddına beynelminelcidir. Faşist ırk milliyetçiliği ise üstün ırk anlayışına bağlı bir totem inancına dayalı olarak aklın verimlerini bu toteme sunmanın telaşını sergiler. Bir nevî skolastik ahlak alternatifi. O aslında batının kendi eliyle patlattığı barajın altında çırpınan ve direnen ve kendisine tutunacak bir dal arayan batılının idealizim ihtiyacının keskin bir çığlığdır ve boğulup gitmiştir. Geriye ulus milliyetçiliğinin içinden doğup gelişen ve ulus milliyetçiliğini de parçalayan liberal beynelminelcilik ile marksist beynelminelcilik kalmıştır. İkincisinin akıbeti ortada olduğuna göre, liberal beynelminelciliği tek kabul edebilirz. Mitolojiler ahlakı üzerine kurulu (herkesin hakikati kendine hesabı bilinemezcilik dinine dayalı) tam bir ahlaksızlık panayırı!.. Siyonistler elinde çürümüş ve tükenmiş bir Hiristiyanlık!.. Geçen yazımızda “batı töresi” olarak vasıflandırdığımız batı fikrî, siyasî ve iktisadî tekliflerinin toplu dayanağını da böylece işaretlemiş oluyoruz; Siyonizim elinde çürümüş Hiristiyanlık Ahlakı!... İster faşist ırk milliyetçiliği, isterse ulus milliyetçiliği olarak ele alınsın, son tahlilde her ikisinin de dayanağı Siyonist-hiristiyanlık ahlakıdır. Törenin yerine göre hukuk anlamına sahip olduğunu, hukukun da ahlakın pıhtılaşmış hali olduğunu bilenler için her iki milliyetçiliğin de ne anlama geldiğini tespit etmek zor olmasa gerek.
Sahi bizdeki hukuk nerden ithal edilmişti?!.. Cevabı belli bu sorudan sonra devamı aşağıda buyrun.

· Türk Milliyetçiliğinin Yol Ayrımı ;

Batı Metaryalizmi Gölgesi veya Büyük Doğu İdealizmi Gerçeği

Temel içtimaî zıtlığın hak-küfür şeklindeki görünüşünün, ferdî planda ruh-nefs zıtlığına dayandığını biliyoruz. Daha doğru ifadesi ile içtimaî bir bünyenin ferdin gölgesi olmasına nazaran “iman” davasının belirleyiciliğine inanıyoruz.
İster ulus milliyetçiliği isterse faşist ırk milliyetçiliği olsun, her ikisinin de “Batı Töre”sine bağlı şubeler olarak Siyonist-Hıristiyanlığın temsilcileri oldukları muhakkak. Buna göre “Batı Töresi”ni açıklamak üzere oluşturulmuş kavramlara dayalı olarak Fransız, Alman, İngiliz Milliyetçiliği ile Türk Milliyetçiliğini tarife kalkışmak, oryantalist bir bakış sunmaktır. Yani bu tür yaklaşımlar Türk’ün Türk’e bakışını değil, batılının-batıcının Türk’e bakışını sergiler.
Büyük Doğu tümüyle yerli-milli ve İslâm Ahlak’ına dayalı yapısı ile Türk’ün Türk’e bakışını temsil etmekle kalmaz, aynı zamanda Türk’ün Batıya ve Batıcıya bakışını da temsil eder!.. Bu manada Büyük Doğu İdealizmi’ne bağlı Türk Milliyetçiliği, gerçek Türk Milliyetçiliğidir!..
Emile Durkheim’in bakışı Batının-Batıcının Türk’e bakışı olması hasebiyle “Batı Töresi”nin devamı halindedir. Temsilcisi Ziya Gökalp!..
Faşist ırkçılığın bakışı Batının-Batıcının Türk’e bakışı olması hasebiyle “Batı Töresi”nin devamı halindedir. Temsilcisi Nihal Atsız !..
Kuru Pragmatizm’in bakışı Batının-Batıcının Türk’e bakışı olması hasebiyle “Batı Töresi”nin devamı halindedir. Temsilcisi Yusuf Akçura !..
Kemalizim ise tüm sayılanlar ve sayılmayan daha niceleri ile birlikte aynı mahkumiyeti sergileyen yapısı ile tam bir bulamaç!..
Bunlar batı metaryalizminin gölgesi olup, gayr-i milli unsurlardır!.. Asıl gölgeye kendinden daha yakındır, ya!.. İşte bunlar suret-i Türk’ten görünüp, varlığı Siyonist-Hıristiyanlığa dayalı olanlardır. Batı Devşirmeleri!..
Ahlakî zemini farklı “Batı Töresi” milliyetçiliğinin, içtimaî diktasının Türk’e ne derece zararlar verdiğinin resmi olmak üzere buyrun:

Üstadın kaleminden:

"Dalkavukluk... Bugün, fertlerin maddî ve manevî bütün iş ve menfaat sahalarında, büyükleriyle münasebetini düzenleyen ve neticeyi sağlayan biricik tılsım... Manzara şudur: Bütün cemiyet, bir mıknatıs kutbu üzerinde birbirinin eteğine yapışmış demir parçaları gibi, en küçüğünden en büyüğüne doğru birbirinin dalkavuğu vaziyetinde... Çünkü; ortada fani ve mahkum şahıslar kadrosunu aşan bir hüküm, bir iman ve mefkure ölçüsü kalmayınca, muvaffakiyetin tek sırrı, kuvvetlinin nefsaniyetini kabartmak san’atından ibaret kalır. İhlas yokluğu...
İltimas... Dalkavukluk, küçükten büyüğe doğru ferdin bütün kıymet ölçüsünü, hatır, gönül ve hoşa gitme değerine bağlayan bir korunma tedbiridir. Manzara; dişi ve başı ağrıyanlar için (Aspirin)den fazla el atılan ilaç... Çünkü: Birinci «çünkü»nün mukabil kutbu... Değer ve liyakat ölçüsünün iflası...
Hırsızlık... Hak ödemek ve hakkı ödenmek vaziyetinde herkesle herkes arasında; sırtında içtimaî bir emanet taşıyan herkesle emanette pay sahibi herkes arasında; evde babayla evlat, müessesede idareyle memur, dükkânda satıcı ile müşteri arasında...
.....
Rûşvet... Hırsızlığın en korkunç şubesi... Şahıslarda temerküz eden manevi haklandırma iktidarının hakka zıt olarak menfaat karşılığı satılması... Manzara: Rûşvet gişesi önünde, Eminönü meydanındaki otobüs bekleme mezbahasından fazla kalabalık... Çünkü: Haktan sıyrılan korku, insanlardan ve bütün insanî tertiplerden de sıyrılmış; ve menfi halisiyetini; su içmek ve ekmek yemek derecesindeki tabiîliğe dökmüştür...
Fuhuş... Bir kadın ve bir erkek arasında, Allah aşkı ve Allah bağıyla sımsıkı kementli olarak birbirini sevmek birbirinin olmak gibi en aziz, en kutsi ve en mahrem aidiyete vesile teşkil eden hadisenin, herkesle herkes arasında umumî ve hayvanî bir iştirak ifade etmesi... Manzara: Tek koğuş çerçevesinde, hem de elektrikle açık olarak bütün cemiyete şamil bir «mum söndü» alemi... Çünkü artık ruhlar hiçbir mukaddese yataklık edemiyecek kadar pörsümüştür.
İçki... Uyuşmak, kamaşmak, görmemek, duymamak, bilmemek, düşünmemek, kendi kendini kaybetmek, yok olmak ihtiyaciyle şuur ve muvazenenin zehir içmesi... Manzara: Gündelik su istihlakini aşan içki sarfiyatı... Çünkü: Vecd ve heyecanımızı zehirde arayacak nisbette ruhumuz boş bırakılmıştır."

Bizde şöyle devam edelim: Ey Mukaddesatçı Türk Gençliği!... Senin milletinin, Türk milletinin ahlakî vaziyeti bu mu değil mi? Bunlar yalan mı doğru mu?!.. Eğer diyorsanki bunlar Türk değil, o zaman bu yabancı millet nereden geldi?.. Yok eğer bunlar Türk ise, bu hayasızlık ve pervasızlık belasını kim bulaştırdı?.. Bu milleti Türk’ten ve Müslümanlıktan utanır hale getiren kim? Deden mi!.. Ninen mi!.. Yetim hakkını yemeyi öğreten kim?.. Haşa İslam mı öğretti ki, İslam’ın Şeriatından, töresinden uzaklaştık?!... Fuhuşu, faizciliği, içki müptelalığını sen mi öğrettin, ben mi?!.. Rüşveti, iltiması, yalanı, dolanı, sahil boyu yol boyu açılıp saçılmayı, fikir tembelliğini, komşuyu unutmayı, kardeşinin derdiyle dertlenmemeyi, idealsizliği, idealde hasisliği, bedavadan kardeşinin hakkına el atmayı, sokaklarda sürünen tinerci çocukları, ailelerin parçalanmışlığının ürünü sokak kadınlarını, sohbet yerine dedikoduyu, haşmet yerine kibri, 3000 yahudi dönmesinin sefasına karşılık 70 milyonun sefaletini ve daha nicesini sayabileceğim tüm bu ahlaksızlığı KİM AZİZ VATANIN EVLADINA BULAŞTIRDI?!.. İnsan olan bu sefalet manzarası karşısında çatlar, hayret eder, haya duyar, boyun büker, titreye titreye ağlar, içine kan oturur, saz olup ağıt yakar, taş olsa erir, gül olsa solar!... Yahu KİM BU ŞEREFSİZ VE ALÇAK DÜŞMAN?!... NERDESİN EY MUKADDESATÇI TÜRK GENÇLİĞİ, KİM BU ŞEREFSİZ VE ALÇAK DÜŞMAN!.. TÜRK MİLLETİNİN RUH VATANINA, AHLAKINA EL ATILIP İFSAT EDİLİYOR, İŞGAL EDİLİYOR. Bırakalım hikayeyi, manzara budur Beyler?.. Allah’a boyun bükmeyen, malını, evladı iyalini, ticaretini Allah uğruna cihad etmekten daha üstün görenin hali budur işte beyler!.. Dün komünistlerin Allah tanımaz oluşundan dem vuranların, bu manzara karşısında söyleyecek hiçbir şeyi yok mu?!.. Ahlaken ifsat edilişimizi de mi komüniste mal edeceğiz?!.. Komünizim öleli çok oldu Beyler!.. Öyle ise KİM BU ŞEREFSİZ VE ALÇAK DÜŞMAN!?..

Üstadın Kaleminden devam:

"Mefkureci ahlâkında, hiçbir hasis nefs kaygısına yer yoktur.
Mefkure ahlâkında, ya cemiyetle beraber ferdî hanenin de kurtulması, yahut içindeki evlat ve iyalle beraber viran olması vardır.
Milli ahlâk mefhumunu, başta din olmak üzere, o milletin bütün iman ve mukaddesat manzumesi içinden süzülüp gelen bir vakıa telakki etmenin ahlâkı... Buna muhtacız.”
Merhum Mütefekkir Necip Fazıl Kısakürek mefkureci ahlâk ve milli ahlâk hususunda bunları bildirmiş bize. Yani ben var olacaksam, milletimle var olacağım. Kurtulacaksam, milletimle birlikte kurtulacağım. Birbirinden mesul oluş ahlâkı!.. Buna mefkurecilik diyoruz. Yani seveceksin milletini, kardeşini, vatanını!.. Mesuliyetinin ruhî temeli bu sevgi olacak. İşte bu sevgiden dolayı Milli Ahlâk davasına sahip çıkacaksın!.. Türk’ün Milli Ahlâkının İslam Ahlâkı olduğunu bileceksin, bunun iddiacısı ve ispatçısı olacaksın.

Buna göre Büyük Doğu İdealizmine bağlı Türk Milliyetçiliği;

· İslam Ahlâkına ve Şeriatına bağlılıktır
· Milletini sevmek ve ondan mesul olmaktır
· Bu mesuliyetin gereği olarak, milletinin dünya ahiret saadeti için İslam Ahlâkını YEGANE MİLLİ AHLÂK OLARAK KABUL ETMEKTİR.
· Bu MERKURECİ MİLLİ AHLÂKIN tesisi ve ikmali için tek millî devlet modeli olan ve İslam’a tesatsız bir oluşla bağlı olan “Başyücelik Devleti” idealini yaşatmak ve hayata hakim kılmaktır.
· Milletinin ırkî, harsî, askerî, bedihî ve siyasî yeteneklerini İslam’ın hizmetine sunmaktır.
· Diğer müslüman milletleri öz kardeşi derecesinde sevmek, onların hakkını korumaktır, yanlışlarını düzeltmektir.
· Kendisi için olmadan başkaları için olmanın mümkün olmadığının şuuruyla, mekânda Anadolucu vatan anlayışını benimsemektir. Anadolucu vatan anlayşı cihan hakimiyeti mefkuresine çekirdektir.
· İslamı yaşama ve yaşatmada milletler arası üstünlük yarışını desteklemektir. Buna göre Türk milletinin öncülüğünde, tüm İslam Ümmetinin temsilciliğini yapma yarışında değer ve ehliyet esasına dayalı olarak iddia sahibi olmayı teşvik etmektir.