17 Nisan 2008 Perşembe

Ziya Gökalp Milliyetçiliği




Ziya Gökalp Milliyetçiliği


Atatürk’ün ‘‘etimin ve kemiğimin babası Ali Rıza Efendi ise fikrimin babası O’dur’’ dediği ve Kemalizm’in tezahüründe milliyetçilik anlayışını oluşturan Ziya Gökalp’in görüşleri önem arz eder. Bu milliyetçilik anlayışı bugünün ülküsü çerçevesinde de kimilerince hala kabul görmekte ve ‘aydınlanma’nın anahtarı kabul edilmektedir. Türkiye’de sosyolojiyi kurumsallaştıran, sosyolojinin akademik kurucusu Ziya Gökalp’in temel sorunu olan kimlik problemi ve bu sorun etrafında şekillendirdiği görüşünün etkili olmasının en önemli sebeplerinden biri sosyolojinin kurumsallaşmasıdır.


Ziya Gökalp deyince akla ulus, millet, sosyoloji, hars-medeniyet (milli kültür-medeniyet) ayrımı, millet bilinci, Türkçülük veya Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak gibi ideolojisinin temel prensipleri olan kavramlar gelir. Ve elbette kaynak şahsı Durkheim… Gökalp de Durkheim’ın görüşü olan ‘toplum insandan öncedir’ anlayışıyla hareket eder. Aslolan toplumun düzenliliğini ve sürekliliğini sağlamaktır. Toplumdaki tüm çıkar ve farklılıklar bir yana bırakılıp toplumun varlığı üstünde durulmalıdır. Ferdin sosyalleşmesi ‘kollektif bilinç’ kavramıyla açıklanır. Kollektif bilinç; insanın içinde yaşadığı toplumun bilinmeyen, tarih öncesinden kaynaklanan sevinç ve üzüntüleri üzerine oluşturulan ortak ihsastır. Mesele kollektif bilincin nasıl şekillendiği meselesidir. Gökalp ‘kollektif şuur’a ‘millet şuuru’ der. ‘‘Bir topluluk fertlerinin ortak vicdanında şuurlu bir bilinçlenme olmadıkça sosyal bir toplum niteliğini kazanamaz.’’(1) Buna göre Meşrutiyetten önce ‘biz Türk milletiyiz’ kavramı Türklerin ortak şuurunda yerini bulamadığı için Türk milleti de yoktu. Millet şuurunun olmadığı yerde geçici topluluklar vardır. Toplulukların millet şuurunda olması ise toplumu oluşturur ve ölümsüz yaşayacak olanlar toplumlardır, yani milletlerdir. ‘‘Ziya Gökalp’e gelinceye kadar, Tanzimat ve Tanzimat sonrası fikir adamında Garplı tesir, (Bonmarşe)den satın alınmış ve Türk evinin bir köşesine oturtulmuş, oyuncak bir (maket) halindedir. İlk defa olarak Ziya Gökalp’ta bu muamele, Karabük fabrikası gibi, fikir topraklarımız üzerine kurulmuş, ciddi bir tesis manzarası arzeder. Muharrik kuvvet, makine, cihaz kendisinin değil, fakat tatbik sahası, ham madde ve iş kendisinindir. Ziya Gökalp’in (Dürkhaym)cılığını böyle anlamak ve onu, maskara (Güstav Löbon) ve (Beykın)cılardan böylece ayırt etmek lazımdır.’’(2)


Gökalp 1915’te kurduğu Darü’l İçtimaiyyat’tan önce çıkardığı İçtimaiyya mecmuasında Durkheim’dan çevirilere yer verir. Bunlar akademik olarak kurumsallaşmanın işaretleridir. Üstad’ın tespitiyle Gökalp, giden Şarkla gelen Garp arasındaki mahsup sırrını ve kıymet hükmünü heceleyecek görüş çapında olmamakla beraber –kimilerince sosyolojinin gerçek kurucusu olan- Durkheim’in yöntemini, işlevini kaynak olarak kullanıp bünyesine tahvil etmesi mahiyetinde ıslahçılık davasında en büyük fikir hissesinin verilmesi gereken şahıstır. ‘‘Birinci Dünya Harbi kadrosu içinde Türk cemiyeti, Tanzimat dan beri ilk defa olarak, halis ve şahsî öz fikir adamına kavuşur gibi olur. Hiçbir felsefe mektebi ve fikir sisteminin tam ve tek mümessil mübdii olmasa da, Ziya Gökalp okuduğunu anlamış, Garpla temasını en mahrem planlara kadar derinleştirebilmiş, meyil ve nisbet gösterdiği fikir sistemini kendi ferdî ve içtimaî şartları içinde yoğurmaya çalışmış, onu samimi bir şahıs ve millet davası haline getirmeğe savaşmış, ilk Türk tefekkür adamıdır.’’(3)


Gökalp’in Türkçülüğü, halk arasında kalmış olan Türk kültürünü arayıp bulmak ve Batı medeniyetini tam ve canlı bir biçimde ele almak suretiyle Türk milletini yükseltmek demektir. Bu ‘Türklük şuuru’ kendini arama ve bulma iştiyakının ilk hamlesiydi. Formül; ‘Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim’. ‘‘Türkçüler tam olarak Türk ve Müslüman kalmak şartıyla Batı medeniyetine tam ve kesinlikle girmek isteyenlerdir. Fakat Batı medeniyetine girmeden önce, milli kültürümüzü arayıp bularak ortaya çıkarmamız gerekir.’’(4) Kültür tek bir milletin ahlaki, hukukî, bediî, ekonomik, dinî, yaşayışlarının müşterekliği ve uyumudur. Medeniyet ise bu unsurlarda müsavi gelişmişlik mertebesinde bulunan birden fazla milletin içtimaî hayatlarının müşterekliğidir. Yani kültür milli olduğu halde, medeniyet milletlerarasıdır. Kültür içine giren şeyler insanların istekleri ile sun’î olarak oluşmamıştır. Medeniyet ise kişisel iradelerle oluşan, yöntemlerle meydana gelen bir yapıdır. ‘Millet’in kelime manasını ele almadan sosyo-kültürel bir yapı olduğunu göz önünde bulundurursak ve milliyetçiliği de bu millet tanımından hareketle bir ideoloji olarak değerlendirirsek Türkçülük anlayışında milleti meydana getiren maddî ve manevî unsurlardan en önemlisi olan mefkure birliğini ‘Türk milleti, İslam ümmeti, Batı medeniyeti’ formülü içinde Türk kültürünü ve Müslüman kimliğini kaybetmeden muasır medeniyet olan Batı medeniyetine erişmek olarak izah edebiliriz. Bu Batı medeniyetine geçme serüveni içinde Türk islamla birlikte içinde bulunduğu Doğu Medeniyeti’nden çıkmalı ve elindeki değerleri Batı Medeniyeti’ne nispet etmelidir. Bunun pratikteki tezahürünü Ziya Gökalp’in ‘Türkçülüğün Esasları’nda görürüz; dilde, estetikte, ahlakta, hukukta, dinde, ekonomide, siyasette ve felsefede Türkçülük… Her unsurda mefkûrenin Batı Medeniyeti olmasına binaen bir arayıp bulma, ortaya çıkarma ve sahiplenme varken din sahasında bazı değişiklikler yapılması gerektiği düşüncesi önemi haizdir. Zira İslam denildiğinde Türk’ün kimliğiyle bütünleşmiş bir medeniyet anlayışı da tecelli etmektedir. Bu medeniyetten diğerine geçmek, muasırlaşmak için yapılması geren şey buradakileri oraya irca etmektir; Türkçe ezan, Türkçe ibadet vs… Burada peşin kabul ve redd tavrından ziyade iş siyaset bilimi ve felsefesinin eline geçmelidir. Zira ideolojik tavra ‘neden, niçin’ lerle yaklaşmak boş ve anlamsızdır. Önemsenmesi gereken şey başta koyulan mefkûre ve ele alınan ıstılahların değerlendirilmesidir. Bu minvalde milliyetçilik anlayışının ‘devlet’in teşkilatlanması akabinde tecelli eden bir görüş olduğunu söylersek yanılmış olmayız. İçtimai ilişkilerle ortaya çıkan kimlik ve örgütlenmenin en üst düzeyi ‘devlet’ olarak karşımıza çıkar. Böyle bir örgütlenme zaruretinin en önemli sebepleri toplumlar arası çatışmalar ve üretimde düzenliliğin sağlanması ihtiyacıdır. Bu, ‘devlet’in sosyolojik esasları kabul edilirken daha önce de belirttiğimiz gibi Gökalp ‘insan toplumdan öncedir’ fikrini savunmaktadır. Bundan kasıt, her ferdin bir topluma ait olması, aidiyetle dünyaya gelmesidir ve buna göre de ferdin vazifesi içinde bulunduğu toplumun kültürünü keşfederek muasır medeniyete irca etmesidir.


Devletin teşkilatlanma tekâmülü için sosyolojiye bakıldığında site devlet-imparatorluk devleti-feodal devlet-modern dönemde ulus devleti ve nihayetinde uluslar-üstü bir yapılanmaya gidilen bir tekâmül çizgisi karşımıza çıkar. Zaruretten ortaya çıkan bir teşkilatlanma bu tekâmül çizgisinde tutunacak bir dal, ayakta kalmak için bir ‘mutlak’ meydana getirmiş ancak son raddede ona koyulan nokta mevcudiyetinin yitirilmesi olmuştur. Elbette bu tekâmül çizgisi ve devlet anlayışı bize Batı’nın mirasıdır. Tarihi arka planında Batı, karşılaştığı sorunları devlet olmadan da çözmüş, devleti hep tırnak içine almış. Buna mukabil Doğu’da devlet Tanrısal bir güç, Tanrı’nın yeryüzündeki temsili olarak düşünülmüştür. Batı’da devletin ortaya çıkışındaki zaruretler ferdidir ve çizilen tekâmül çizgisinde de hep o ferdiyetçiliğin izleri görünür. Kendi yayılmacılığını meşrulaştırmak için, kendi dönemlerini âlemşümul kılma çabası içine girmektedir. Bu yüzden Fransız İhtilali’nin en önemli ilkelerinden biri de ‘evrenselcilik’ olmuştur. Bütün bunlar, bir mefkûre olarak belirlediğimiz ve çerçevesi içine soktuğumuz içtimai bütün unsurları tahvil etme gerekliliği içinde olduğumuz Batı Medeniyeti’nin sadece Türk’e değil her millete biçtiği sonun mevcudiyetini yitirmesi olduğunu göstermeye yeterlidir.


Ziya Gökalp Tanzimat ve Tanzimat sonrası fikir adamındaki Garplı tesiri kendi bünyesine mal ederek Türkçülüğü oluşturmuş ancak son tahlilde iş muasır Garp medeniyetine ulaşmak için örülmüş hususî bir dünya görüşü kaynağından mahrum bir ideoloji ortaya çıkmıştır.


Bir adam düşünün ki duvara ateş ediyor sonra vurduğu noktanın etrafına halkalar çizerek o noktayı merkez kılıyor. Oysa önce merkezi belirleyip sonra oraya nişan alması icab ederdi. Üstad’ın ifadesiyle; ‘Büyük ruh zemininden yoksun bir hamle’, ilk hamle… Osmanlıca’da ‘millet’ kelimesi Arapça aslî manası içinde ‘din, inanç, şeriat, bir din veya mezhebe bağlı olanların tamamı, ümmet…’ gibi dinî anlamlar ihtiva eden manasıyla kullanılmış 20. yy başlarında ise Fransızca/İngilizce nation kavramına karşılık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu kelime manası içinde ‘milliyetçilik’ de ‘ümmet’e tekabül etmektedir. ‘‘Demek ki, zaten asılda ve lugatta bir kavmin ruhunu dayadığı iman kaynağı manasına gelen ve son zamanlarda gerçek delaletinden kaydırılıp kavmiyet manasına kullanılmaya başlanan milliyetçilikten anladığımız, bir zarf işi olmaktan ziyade bir mazruf işi; ve mazruftaki dünya görüşüne, insan, cemiyet ve kainat telakkisine bağlı bütün bir tahassüs, tefekkür, eda ve ifade kadrosu işçiliğidir.’’(5) Ve işte cihan ölçüsünde milliyetçilik!


1-Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Toker Yayınları sf 76-77

2-Necip Fazıl Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, sf 183

3-Kısakürek, sf 183

4-Gökalp, sf 50

5-Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, sf 404


Zeynep Dilşad Karaca

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Kuran da Millet tanımı nasıldır. Bu kafa karıştırıyor. Nasıl bir kelime kullanılmıştır.

Şimdilerde millet ümmet yerine kullanılmaya başladı bu çok saçma. O halde Türk milleti denilen o Milli kavram nereye gitti kuş olup uçtu mu?

Allah ın Ayetlerini anlamaktan uzaklaştırmaktan başka birşey değildir. Ulusalcı olmak sadece sol denilenin değil sağ denileninde ideolojisidir. Mesela Amerika bununla doğmuş ve yükselmiştir. Ha iki tarafta da olmayanlardanım. Atatürkçü olanlardanım ve liberal düşünceye yakınım. Ulusal-liberal.

Eğer ki zeki isen, Kuran ıda anlamışsan ufkun yükseldiyse Yaratan ın ne anlattığını anlarsın. Eğer ki kendi ideolojik sapmalarına mahal vermezsen.

Dikkat edin karşınızda normal bir zeka yok Allah a şükür. Sözlerime dikkat edin. Ayetler ''biz sizi milletlere böldük ki kaynaşmanız için der: Birbirinizi tanımanız için, sizi milletlere, kabilelere böldük. Burdan Allah ın iyi bir emelini anlıyoruz; yani farklı ümmetlere bölmek din düşmanının ve yaratılmış olanın yapacağı bir iştir; ancak farklı milletlere bölmek tanımı işte burda ayrılıyor, ümmet kastedilmiyor; tam anlamıyla Ulus manasındaki millet kastediliyor. Aksi takdirde Allah ın insanların ümmetini böldüğü ve bunun yararlı olduğunu düşünmek zorunda kalıyoruz, birde üstüne birbirinizi iyi tanımanız için deniliyor. Böyle birşey düşünüpte küfretmeyin dininize..

Demekki ümmeti bozmadan parçalara ayrılmak ve çeşitlenmek iman için, Hayatı anlamak ve ondan vücut bulmak açısından, insanlık değerini yükseltmek için, hayatın bir özeti olan insanın, o yüreği olan hayat için(yani insan)gereklidir. Yoksa herkes aynı tipli ve aynı fikirde ise bu böcek kolonilerinden farksızdır, insanlığa ve onun gerçeğine yakışmaz. Yanlışa iman etmeyin, beyninizden helak olursunuz, bir titreme alırda, bir ses duyarda iflah olmazsınız.. Korkun!..

Çeşitlilik bir aykırılık değildir, çünkü bir isyanı barındırmaz, ancak diğerini diğeri olduğu için yok etmek hayata isyandır; kötülüktür.

Ülkeler ve milletler insanlığı yükselten değerlerdir, bu kavramların kendileri bile bir değerdir insanlık adına.

Ümmet eşittir millettir hatasına düşmeyin.

Millet kelimesi bir milletin isminin yanına getirilerek kullanılır; Türk Milleti gibi . Eğer ümmetin yanına getiriliyorsa, müslüman milleti gibi bu dilde yapılmış bir hatadır. Millet Allah ında indirdiği gibi iman biçimi değil vücuda gelme halidir, hem bedeni hem kültürel.