18 Nisan 2008 Cuma

Necip Fazıl Kısakürek ve Alparslan Türkeş



Necip Fazıl Kısakürek ve Alparslan Türkeş

Yüzü içinden, içi yüzünden işaret veren bir insan... Yani bir içe sahip olduğunu, bir iç taşıdığını belirten bir ifâde... Umumiyetle olduğu gibi, içinin sığlığı veya derinliği yüzünde cemadlaşmış olanlardan değil... Gizli ve hattâ acı bir iç... Kendisini fâşetmeyen, dışına doğru gayet ihtiyatlı, sâkin, telâşsız ağırbaşlı bir seciye...

Besbelli ki, bu adam, günün (standard), aynı kalıptan dökme ucuz politikacılarından uzak... Onu, 27 Mayıs gece baskınını ihtilâl kabul etmeksizin, gerçek ihtilâlci tipine yakın görebilirsiniz.
Kendisini, partisine ümit elini uzattığım son seçimlerden 9-10 yıl önce tanımış, evimde ve evinde birkaç kere görmüş, derin bir nefs muhasebesine davet etmiş; ve açık söyleyeyim, hayalimdeki lidere nispetle fazla vâdedici bulamamıştım.

Bu arada, o, ağır ve dengeli adımlarla yürümeyi bildi; hiçbir tarafa kapılanmadı, saman alevinden âni zuhurlarla imtiyaz kazanma yoluna iltifat etmedi, kendine göre bir plân ve strateji sahibi olduğu hissini verdi ve bilhassa en mühim eseri olarak, ruhun fikrî kuvvetinden ziyade adale ve hareket gücüne bağlı bir gençlik örgütleştirmeyi bildi.Gerisi ve kendisine seçimlerde ettiğim hizmet malûm... Bunda âmil, onun çekiciliğinden ziyade dâvamızı kalpazanca yürütmeye bakanların iticiliği oldu.

Ezel ve ebed arası büyük dâva yolunda, Millî Türk Talebe Birliğinin misallendirdiği fikir ve iman mihrakına Türkeş'in hareketli gençliğini oturtmak, stratejilerin en yamanı olabilirdi. Türkeş bu sırrı anladı ve seçimlere doğru ilk karşılaşmamızda meşhur "Bildiri"sini yüzbinlerce bastırıp dağıttı.

Türkün ruh muhtevâsını kayıtsız ve şartsız İslâm olarak tespit eden ve her şeyi bu muhtevâya tabî kılan, metbûluğu islâma ve tâbiliği milliyetçiliğe bağlayan bu tarihî "Bildiri", tamamlığından zerre feda etmez ideolocyamızın Türkeş tarafından nasıl kucaklandığına ait huccet ve onun portresinde yepyeni bir renk... Bizim seçimlerdeki davranışımız ise bu ilk kucaklayışa verilmiş bir avans. Asıl ödenek ruhumuzun kasalarında ve mahfuzdur.

Bir portre içinde daha fazla tafsilât verilemeyeceğine göre, şu anda Türkeş, sadakat göstermemesini imkânsız gördüğümüz bu ilk kucak açışın ve bugüne dek kendisini yıpratmayışın, israf etmeyişin hakkiyle ümit beslemek zorunda olduğumuz tek çehre...

• • •

Türkeş'in Partisine gelince, daha ortada Erbakan yokken aramızda bazı temaslar olmuştu. Benim, Erenköyündeki evimde ve onun Ankara'daki apartmanında yemekler yendi. Bana kafalı ve kültürlü bir insan intibaını veren Dündar Taşer'in de katıldığı bu toplantılarda kendilerine bir anlaşma protokolü vermiş ve tek şartım olarak cihana İslâm projektöründen bakmak ve mihrak tefekkürü İslâmda merkezleştirmek esasını öne sürmüştüm.
Dündar Taşer'in cevabı şu olmuştu:

- Eğer biz bu protokolü imza edersek, Partimizi kapatırlar!
Diyememişti ki:

- Biz bu protokolü, meydan yerinde, Agorada, rejimin gözü önünde imzalayamayız; fakat parmaklarımızın tuttuğu kalemle atılacak imza yerine ruhumuzun parmağını basarak doğrulayabiliriz.

O gün, bugün, 10-12 yıldır, dâvamızın köprüsü altından nice sular geçti ve tam bir anlaşma ve kenedleşme imkânını bulamadığımız Türkeş ve arkadaşlarıyle aramızda hiçbir yakınlık istidadı beliremedi.

Son hâdiseler "Kimya kâğıdı" teşhisimizde dokunduğumuz gibi, artık bütün sahteliklerin ortaya dökülmesini ve hakikat ne taraftaysa gösterilmesini emrediyor artık...Bir röportaj münasebetiyle suallerini cevaplandırdığım Ülkücü Gençliğe ve dolayısiyle MHP'ye bağlılığını bilenler, beni, kiralık vicdan esnafı gibi bu defa MHP'den yana sanıyorlarsa, yalnız kendilerini görmekle kalıyorlar ve görüşlerinin sığlığında boğuluyorlar demektir.

Ben yalnız Hak'tan ve onun yoluna yol veren Büyük Doğu'dan yanayım...Ülkücü Gençlik veya Milliyetçi Hareket Partisi'ne karşı durumumu, bundan 10 yıl evvelki Büyük Doğu'da, "Kısakürek ve Türkeş anlaşması" başlığıyla çıkmış şu yazı, bütün tazeliğini muhafaza ederek gösterir:

- Haberiniz var mı. Kısakürek ile Türkeş anlaştılar!

- Necip Fazıl'ı kazandık! Bundan böyle onunla el eleyiz!

- Büyük Doğu'nun ilk sayısında kapak resmi Türkeş'e ait... Derginin altı sahifesi de bize tahsis ediliyor!
- Büyük Doğu'nun çıkmaya hazırlandığı günlerde habire çalıştırdıkları şifahî rotatiflerle, bazı siyasî mahfeller ve yüksek tahsil gençliği muhitinde yayılan yukarıdaki ve benzeri haberlere verilecek cevap, şu, elinizdeki Büyük Doğu'nun ifade ettiğinden başka bir şey olamaz. Böyleyken, değil Türkeş ve C.M.K.P., Roma'daki Vatikan'dan, Moskova'adaki Kremlin'e kadar bütün ideolocya merkezleriyle derhal anlaşmaya ve el ele vermeye hazır olduğumuzu bildirir ve bunun tek şartı olarak şu ana ölçünün kabulünü ileri süreriz:"Bütün emirleriyle Allah ve Resûlü... Gerisi topyekûn bâtıl!"

İsa Peygambere, atfedilen, doğruluk derecesini bilmediğimiz, fakat söz olarak çok sevdiğimiz bir düstur, bizi tam mânasıyle ifade eder:"- Bizden olmayanlar bize zıttır; bizimle cem etmeyenler dağıtır!"Bugün ise benim için MHP ve Ülkücü Gençlik, ümidimi kökünden baltalamış olanlara karşılık, Bozkurdu söğüt ağacına döndüreceği günün hasreti içinde, uzaklarda çakan bir "Ümid Burnu" feneri... Büyük Doğu gemisi Kâbe yolunda, Süveyş Kanalını ellerinde tutanlara mukabil, Ümid Burnu'ndan dolaşmaya katlanacak kadar fedakârlık gösterir de oradan da yol bulamazsa artık paraşütçü birliklerle tepeden inmeyi düşünmekten gayri bir hesap sahibi olamayacaktır.
İster arkamızda milyonlar olsun, ister tek başımıza kalalım, yolumuz budur!Aynen mürşidimizin diliyle:"- O ki Allah'tan mahrumdur, neye maliktir; ve o ki, Allah'a maliktir, neden mahrumdur?.."

MEĞER NEYMİŞ?

Neticede ne oldu? Muradımız meğer neymiş? Benim MHP'li bir gazetede, içimde uzun zamandır bir su seviyesi gibi yükselen iradî bir davranışla, bellibaşlı bir plân çerçevesi içinde, fakat belki biraz gecikecek olduğu halde sırf bazı anlayışsız ve nasipsizlerin itişi yüzünden kaleme aldığım yazılar meğer ne gibi bir hedef kolluyormuş?

Bu gaye, 3 Mayıs günü Alpaslan Türkeş'in bütün ajanslara ve gazetelere verdiği el ilânı şeklinde bastırıp Anadolu'nun her tarafına dağıttırdığı (Türk Milletine Beyanname) isimli bildiri ortaya çıkıncaya kadar sezilemedi. Sadece anlaşılamamakla da kalmadı; bütün maskaralık ve sahtekârlıklara karşı şahlanma zemini arayan iki büyük gençlik grubundan ruh pınarı Millî Türk Talebe Birliği topluluğu ile adale şelâlesi ülkücü Gençlik arasında kurmaya çalıştığım köprü hikmetini de anlayan olmadı. Aksine, bu hareketimi, yavrusunu boğan kedi misaline kadar tersinden yorumlayanlar görüldü.

İslâm stratejisini patikalarda ve çıkmaz sokaklarda hebâ eden Millî Selâmet Partisi'ne karşı tavrım da, özlediğim parti veya için için yetişme muhitlerini körleştirmekten başka bir rol oynamaması bakımından en büyük takdirle karşılanacağına, iç ve gizli maktâları göremeyenlerce üzüntülere ve şahsım hakkında şüphelere yol açtı.

İster gençlik safları, ister parti blokları arasında gûya mânamızdan izler taşıyıp da o izler adına bize nâdanlık gösterenlere topyekûn cevabımız, eski Yunan'ın (Attik) devresinde (lirik) şiirin babası (Pindaros)un, hem de (Perikles) çığırının pırlanta cemiyeti hakkında söylediği bir sözdür:- "Meğerse ben, bütün bir ömür, katırlara saman yedirmek dururken yemliklerine çiçek doldurmuşum! Vâh emeklerime!"

Bu hal o kadar gücüme gitti ki, onun dâvamızı nasıl iflâsa götürdüğünü göstermek için, kalbime, Türkiye çapında bir haykırış koparmak arzusu düştü. Haykırışımı bir basın toplantısı halinde bütün ajanslara ve gazetelere vermeye kadar düşündüm.

İşte:"Son zamanlarda MHP'den yana bir gazetede vâki neşriyatım, hâdiseleri, topraktaki süprüntülük ağaç döküntülerinden ele alıp dallara uzanamayan ve köke inemeyen bazı cüceler âleminde, şahsıma ve fikirlerime karşı dil uzatma vesilesi olmuştur.Vaziyetimi, böylelerine karşı değil de, mâneviyatçı ve mukaddesatçı, sâf ve som Türk Gençliğine ve umumî efkârına belirtmekte isabet görüyorum:

1 - Kurulduğu ândan başlayarak hakkında daima şüpheci bir ihtiyat muhafaza ettiğim, türlü koalisyon ve muvazaalarla hükûmete girdiği günden beri de hiçbir tutum ve davranışını benimsemediğim, kendi öz gazetesinde bile en acı tenkitlere hedef tuttuğum, nihayet 4 yıldır belki 40 mahrem toplantıda gerekli yüksek stratejiye çağırdığım, fakat hiçbir defa hiçbir semere alamadığım ve "Büyük Doğu idealinin düşük çocuğu" diye vasıflandırdığım Millî Selâmet Partisi'ni, güdücüsü bakımından, bugün, devam ettirdiği hal ve tavır üzerine, manevî kursağında ekmeği yatan bir baba hakkiyle, aziz dâvamızın harcayıcısı ve batırıcısı olarak ilân ederim! Ne yazık ki, bugünedek küfrün halis müslümanlar hakkında kullandığı "istismar" kelimesi, şimdi aynı müslümanlar tarafından bu güdücü ve tâbileri hakkında kullanılsa yeredir. Taban münezzeh, fakat zirve müttehim...

2 - Yazılarımda motor ve adale kuvveti olarak gösterdiğim Ülkücüler çevresiyle, beyin ve kalb merkezi diye nitelediğim M.T.T.B. muhitini, herbirinin eksiğini öbüründe tamamlaması, halis milliyetçiliği kabukta değil, ruhî muhtevada bulması ve mutlaka elele kucak kucağa gelmesi gereken iki ana topluluk şeklinde gösterir ve yazılarımdaki temel plânın bu gâyeden ibaret olduğunu belirtirim.

3 - Mebusluğu, Senatörüğü, Bakanlığı, şu veya bu makamı Hakk'ın bana bahşettiği bugünkü manevî makam yanında ancak küçülme diye ele aldığımın bilinmesini diler ve böylece tam bir hasbîlik kürsüsünden haykırırım ki, İslâmı başına taç diye giyecek ve o tacın altındaki gövdeyi sadece taca hizetçi bilecek ve 150 yıllık sahte inkılâplar boyunca bu dâvanın en ince ve üstün stratejisini sürdürecek partiye talibim; onun mevcutlar içinden ve dışından olup olamayacağını dikkatle takip durumundayım ve karanlık ufuklarımızda beklediğimiz müjdeden bazı çakıntılar görmekte ve pek yakında bir güneş bombasının infilâkını beklemekteyim.
Bana çatanlara gelince, bunlar, bazı başlıklarına yeni moda kelle resimleri yerine kara sinek markası konulması gereken (amip) kalemler... (Amip)lere kurşun sıkılmaz.Hakk'ın bu ve öbür dünyada mîzanına inanmış müminlerin rahatlığı içindeyim."

Fakat sonradan vazgeçtim. Belki İlâhî bir tecelli ile kendi kendilerini ıslah yoluna girerler diye, işi Allah düşmanlarınca istismar edilmesi mümkün çapta ayyûka çıkarmayı doğru bulmadım ve bir (oto kritik) mahiyetinde bizden bir iki neşir organiyle "Rapor 3"e tahsis etmeyi uygun buldum.
Ve işte "bildiri"de beklediğimi kaydettiğim güneş bombası patladı.Alparaslan Türkeş, 13 Mayıs günü "Türk Milletine Beyanname" başlığı altında kaleme alıp bütün ajanslar ve gazetelere gönderdiği ve milyonlarca nüsha bastırıp her tarafa yağdırdığı tarihî bildiri ile, takip ettiğim stratejiyi taclandırmış ve kendisini hilkatindeki altun mâdenin 24 âyarlık keyfiyeti içinde göstermiş oldu.

TÜRK MİLLETİNE BEYANNAME

"MHP'nin lideri Alparslan Türkeş, 1977 seçimi eşiğinde nefsinin ve partisinin hesabını şöylece vermek mevkiindedir:

1 - Alparaslan Türkeş, yatalak bir idareye karşı, fikirsiz bir hareket saydığı 1960 ihtilâline, başta, sırf bir fikir yönü vermek ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin ihtilâli sömürmesine mâni olmak için katılmış fakat bu gidiş önlenemeyince uzak kalmış, Türk Milleti ve tarihinin ihtilâl kadrosuna biçtiği suçluluk dairesinin dışında kalmayı ve ibrasına nail olmayı şart bilmiştir.

2 - Alparslan Türkeş ve Parti'sinin dünya görüşü, ruhî muhtevaya bağlı milliyetçilik olarak metbûluğu (bağlı olunan) ruha ve tabiiliği milliyete veren bir anlayış içinde tek kelimeyle İslâm imanıdır.

3 - Alparaslan Türkeş ve Partisi, milliyetçiliği, içi kevserle dolu bir kâse şeklinde görür, ana kıymeti kâsede değil, kevserde bulur ve o kevserin nûrunu ışıldattığı nispette kâseye değer verir.

4 - Alparslan Türkeş ve Partisi, bugün en keskin bunalımını yaşayan insanlığa yol gösterici istikamet oklarını, Kâinatın Efendisi'nce getirilmiş ruh ve ahlâk ölçüleri olarak ilân eder ve tasarılarını, hasretlerini, her şeyini bu inanç mihrakında toplar.

5 - Dostluk ve düşmanlık kutuplarımızı tâyinde kıstaslarımız şudur ki: Ferd, zümre, sınıf ve makam olarak her kim ve her ne olursa olsun, Hakk'ın düşmanları düşmanımız, Hakk'ın dostları dostumuzdur.

Türk Milletinin maruz bulunduğu derin bunalımın tarihî gelişmesi bakımından yöneticilerin Türk Milletinin dert ve ızdıraplarının sebeplerini teşhis edemediklerini, tedbir ve çarelerde revizyona tabi tutamadıklarını ve taklitçi kaldıklarını görüyoruz.Türk'ün ruh köküne inmeyen ve bağlanmayan her tedbirin temelsiz kalacağı inancındayız.

1977 seçimlerinin eşiğinde, başta milliyetçi, mukaddesatçı Türk gençliği bulunmak üzere, Alparslan Türkeş ve Partisinin hüviyeti bu satırların ifade ettiği derin mânalardan ibarettir."

ALPARSLAN TÜRKEŞ
MHP GENEL BAŞKANI

Onu da benim beyannamem takip etti:

BEYANNAME

M.H.P. Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in "Türk Milletine Beyannamesi"ni okudum.
Pılı-pırtı odalarının raflarında dizili, kapağı arkasına devrik ve içi boş, hattâ süprüntü dolu teneke konserve kutuları halindeki partiler arasında, bugünden itibaren MHP, nazarımda bambaşka bir mâna ve hüviyet sahibidir. Onu, müslümanlık ve Türklüğün gerçek hakkını vermeye namzet bir topluluk olarak anıyor ve canımın içinden selâmlıyorum.Bu beyanname, tâ Cava'daki mü'minle Amerika'daki zenci müslümana kadar bütün İslâm âlemini ihtizaza getirecek ve oluş dâvasını temellendirecek kıymette tarihî bir hâdisedir. İdeal yumağımızın her lifini içinde saklayan bir tohum... İslâm âleminin Türkiye'den beklediği zuhur ve tecellinin tohumu...

Türkeş beyannamesinde dört ana esası, bir binanın dört direği halinde vazetmektedir:
1 - 1960 gece baskınının sorumluları arasında değildir.

2 - Posa ve kabuk milliyetçiliğinden uzak ve ruhî muhtevâya tâbi mânada milliyetçidir.

3- Başını dayadığı tek ruhî muhtevâ, yine tek kelimeyle ve bütün ölçüleriyle İSLÂM'dır.

4 - Son 150 yıllık taklit devremizin bütün sahtekârlıklarını tezgâhlayacak ve gerçek oluşu billûrlaştıracak bir tarih (revizyon)una taliptir.

Ne Mebus, ne Senatör, ne Bakan, ne şu, ne bu !.. Allah'ın bana biçtiği manevî makam ve memuriyeti bunlardan hiçbiri tercüme edemez. Bu bakımdan en canhıraş ihlâs ve hasbîlik kürsüsünden haykırıyorum: 40 yıllık mücadele ve yepyeni bir gençlik inşası hayatımda, bugün, bu beyannameden, bu beyannamenin sahibine ve partisine taktığı şeref ve mesuliyet bâzubendinden sonra, artık, emin olmaya yakın bir ümid nefesi alabilirim.150 yıldır hergün biraz daha artıcı bir hasretle kurtarıcısını bekleyen Türk Milletine "beklediğin geliyor!" müjdesini vermenin ilk ümid günü bu tarihî ândır.

"Emin olmaya yakın ümid" ışığının çaktığını gördüğüme ve bu ışığı nice defa hayâl edip de karanlıklara düştüğüme göre, bundan böyle yeni inkisarlara tahammülü kalmıyan yanık yüreğimi, dâva yolunda en küçük istikamet hatasına razı olmaz bir hassasiyetle bu beyannamenin halkaladığı sıcak avuçlara bırakıyor ve 40 yıllık emeğimin semeresini bu çevrenin aksiyoncu ruhundan bekliyor ve istiyorum!

İçi alev alev müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle, yeni Türk neslinin maya çanağı olmak ehliyeti hangi topluluktaysa ben oradayım.
Allah'ın inayeti ve Resûlünün ruhaniyeti bu yoldakilerin üzerinde olsun!..

Necip FAZIL

• • •

İhtimal âleminde, nefsini böyle bir beyannamenin bağı ile sımsıkı sarıp da sonra onu çözebilmenin özür ve çaresini tedarik etmek diye bir şey mevcut olmadığına, beyannamenin her harfinden ihlâs ve samimiyet aktığına, esasen Türkeş her haliyle böyle bir şüpheden münezzeh ve herhangi bir menfaat hesabından müstağni bulunduğuna göre...
Bütün bu gayretler,
Meğer neymiş?
Neye imiş?
Niçin imiş?
El-cevab:
Sadece Allah ile Resûlünün, en ince, en nâzik ve en halis mânada yolunu açmak içinmiş!

Ziya Gökalp



Necip Fazıl Kısakürek'in “Sahte Kahramanlar” isimli eserinde Ziya Gökalp’ten bahsettiği kısım:


Ziya Gökalp... Mehmed Ziya... 1875’de, Diyarıbekir’de doğdu. Dinde lâûbali baba terbiyesi aldı. Diyarbekir’de Rüştî ve İdadî tahsilini bitirdi. Fransızcaya çalıştı.Ziya Gökalp kurtuluş getirecek büyük mütefekkirin yakınlarına kadar yaklaşmıştır. Fakat girememiştir içeriye; ve tam aksine, dönmüş, her şeyini feda etmiş. ( Feliks Kulpa ) mânasındaki mütefekkirin tâ kendisi olmuştur. Demin dokunduğumuz nefs muhasebesinden bir şey yaşar gibi oluyor onda... Genç çağında kendisini vuruyor. İçinde yaşadığı yeni ve sahte dünyaya inanamaz oluyor. Dayanamıyor bu sahte âleme ve hakikati arıyor. İntihar ediyor. Kurtarıyorlar onu...Bu bir nefs muhasebesi başlangıcıdır. Fakat kendisini saadete götüremedi. Aksine, tersine götürdü. İstanbul’da Baytar mektebine giriyor. Yarım tahsil... İttihat ve Terakki hareketi... Selanik... “Genç Kalemler” dergisi... Ve ittihadın “Merkez-i Umumî” âzası, ( İdeolog )u, fikriyatçısı oluyor. Sade Türkçe ve Türkçülük cereyanının sahibi... Bu sade Türkçede hizmeti vardır. Benim neslim, ana dilimizle yazanlar, o cereyana borçluyuz kendimizi... Yalnız burada bir incelik var. Sade Türkçe ile uydurma Türkçe arasındaki fark... Biri anamın babamın dili, öbürü kurbağaların dili...

Türkçülüğüne gelince...

( Feliks Kulpa )ların en büyüğü... Çünkü kendi ( orijinal ) bir filozof değildi. Bir sistemin sahibi değildi, bir esas getirmedi. E. Durkheim ( Emil Dürkaym ) isimli ( sosyolog ) ve filozof bir Fransızın kopyacısı oldu. Kopyayı da aslına sadık kalarak yapmadı. Çünkü – burası en ince nokta – ( Emil Dürkaym )ın kafasında, anlayışında, milliyetçilik, ruhî muhtevânın, yani inanılan şeyler mecmuunun, bilhassa dinin, o milletin hususiyetlerine serptiği renkler ve çizgilerden meydana gelme duygu... Milliyetçilik budur! O, bunu, İslâmiyeti kaldırıp yerine bir şey getirmek suretiyle telafi yoluna saptı. Yani Reşat Paşadan beri gelen İslam düşmanı hareketi, İslamın ruhunu anlayıp ona göre çürüğe çıkaracağı yerde, aksini yaptı. İslam düşmanlığında hepsinden ileri gitti. Fakat temelsizliğini de anladı, İslam yerine Türkçülüğü getirmeye kalktı. Binaenaleyh, bilinmesi lazımdır ki, - kimsenin taassubuna hitap etmiyorum; yalnız, hal ve vicdan duygusuna hitap ediyorum ! – İslamiyetin yaptığı o muazzam fütühatın, ruhî ve maddî o muazzam hamlenin yerine, manevî bir unsur olarak ırkçılığı getirdi. Evvelâ ustasına ( Dürkaym ) sadakatsizlik gösterdi. Çünkü ( Emil Durkaym )ı okuyan, milliyetçiliğin ruhî muhteva üzerinde tecelli ettiği ( doktrin )inden ötürü, onun kıymeti İslamiyete vermesi gerektiğini anlar. Hem onun çırağı oldu, hem de ustasına, ustasının ( doktrin )ine sadakatsizlik etti. Felsefe tahsili yapanlar bu hakikati bilir. Türkçülüğü de İslamiyeti bir şeyle değiştirmek için benimsedi. Buna vesika isteyenler benden derhal laboratuar tecrübesi kadar emin bir şekilde senet talep edebilirler. İki tane vesika: Birini şimdi okuyacağım. “Türkçülüğün Esasları”nı okuyanlar onun İslamiyete karşı tavrını anlar:

“Bir ülke ki, camilerinde Türkçe ezan okunur,

Köylü anlar mânasını namazdaki duanın,

Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’an okunur,

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdanın

Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!”

Bu şiiri yazan İslamiyeti feda ediyor demektir. Kuran’a Türkçe demek topyekûn İslam ölçülerini ve Allah’ı inkâr etmeye müsavidir. Çünkü Kuran ne şudur, ne budur – ne Türkistan, ne bilmem ne dediği gibi – ne de Arapçadır. Kuran Allah’ın Arapça üzere inzal ettiği öz kelamdır ve Arapça dâhil, hiçbir lisan ile kıyas ve iştirak kabul etmez bir keyfiyettir. Bu sırrı anlatabilmek ve anlayabilmek için, Yunus Emre’nin dediği gibi, bir ömür, toprakla kepeği birbirine karıştırıp yiyebilmek lazımdır.

Bu arada, Ziya Gökalp’in, Allah’a karşı tavrına ait bir müşahade... Tarihin ve kimsenin bilmediği bir hadise... Benim 40 yıllık bir hatıram!

Bundan 40 küsur yıl önce, Abdülhak Hamid’in evinde bir hanımefendiyle tanıştım. Bu hanımefendi, ömrü Avrupa’da geçmiş, ne Ziya Gökalp’i tanıyan, ne Türkiye’yi ve Türk Edebiyatını bilen, züppe, Avrupalılaşmış bir kimse... Kimsenin, kastla, ne lehine olabilir, ne aleyhine… Ben Abdülhak Hamid’e, Ziya Gökalp’in dinsizliğinden bahsederken birden doğruldu ve aynen şunları söyledi:

-İstanbul’a gelişlerimden birinde hastalandım ve Fransız hastanesinde yattım. Bitişiğimdeki odadan garip sesler geliyordu. Kim olduğunu, bu sesleri çıkaran hastanın kim ve ne olduğunu sordum. Meşhur Ziya Gökalp, dediler. Mebusmuş, profesörmüş... İsmini bile yeni duyuyordum. Öldüğü gece, başını duvarlara çarparak, sabaha kadar, Allah’a en galiz kelimelerle sövdü. O kadar fena oldum ki, bu hal karşısında, odamdan çıkıp başka bir yere sığındım. Öğrendiğime göre Allaha inanmazmış...

Hem Allaha inanma, hem ona söv! Duyulmamış, görülmemiş şey!

Ben bu konferansı ilk defa, Ankara’da, Dil-Tarih Fakültesi konferans salonunda verirken, tam bahis bu noktaya gelince biri ayağa kalktı ve bağırdı:

-Yalan! Olamaz!

Dinleyenlerin adam aleyhindeki sert tezahürlerini önledim ve adama hitap ettim:

-Yalan kelimesini nasıl ağzınıza alabiliyorsunuz?

Cevap verdi:

-Sizin için değil, o hanım için söylüyorum!

-Asıl o hanım yalancı olamaz! Zira şununla, bununla alakasız, şahsî âleminde ve dışarıyla irtibatsız bir kadın... Böyle şehadetler tarih ölçülerinde en makbulleridir. Onlara “istikrâî–kendiliğinden” vesika denilir ve hiçbir garaz ve ivaz kollamadığı için en emin şehadet göziyle bakılır. Bu ölçüyü muhafaza edecek olursanız, her türlü peşin kasttan âzade bu hanımı doğrularsınız!”

Kadın hakkında bu görüşüm tamamiyle yerindeyken, ille onun verdiği vesikayı istinat diye de bir şey yoktu ortada... Din ve İslam düşmanlığına Ziya Gökalp’in, bizzat eserleri şahitti. Fakat o hanımın şehadetinde de; kahraman sanılan zatın ruhundaki maraza ait korkunç bir delâlet tütüyordu.

(Sahte Kahramanlar / Necip Fazıl Kısakürek)

Ülkücü'ye Kaside


Ülkücü'ye Kaside

Sen;

Allahsız'ın nefret,

Namussuz'un dehşet,

Yüreksiz'in heybet,

Başıboş'un mihnet,

Devrimbaz'ın zulmet,

Eyyamcı'nın şirret,

İnmeli'nin sıklet,

Anarşişt'in devlet,

Komunist'in illet

Sandığı ve tanıdığı sen, bütün bu menfilerin topyekün ve müşterek düşmanı olduğuna göre, acaba nasıl bir "Müsbet" belirtmekte veya belirtme yolunda ilerlemeye davetli bulunmaktasın?..

Bunca hıyanet tipinin bir arada düşmanı olabilmen riyazi bir katiyetle ispat eder ki, sen sanıldığın ve tanındığın gibi olmak, böyle bir sanılma ve tanınmanın kıymetini gerçekleştirmek borcundasın!

Sanıldığın ve tanındığın gibi ol!

Allah seni düşmanlarınca sanıldığın ve tanındığın üzere yetiştirsin!..


"Allahsızın, vatansızın, namussuzun, yüreksizin, başıboşun, devrimbazın, inmelinin, anarşistin, komunistin gözünde ben buyum!" demekten üstün bir hüviyet ve hak tespitin olamaz!

Tez'ini kötülerin (antitez)'inden devşirmek nasibi ne büyük talih!...

Allah'a hamdet!...

Necip Fazıl Kısakürek


17 Nisan 2008 Perşembe

Milliyetçilik

Milliyetçilik

Her tavus kuşu mutlaka mutlaka bir yumurtadan çıkar; ve tavus yumurtasından her çıkan, mutlaka tavus kuşudur; öyle amma, gaye, tavus yumurtasından çıkmış olmak değil, tavus kuşu olmaktır… İşte milliyetçiliğimizin tek ve kesafetli bir misal içinde mânası!

Tavus kuşu, sebepte değil, neticede tavus kuşudur; bu bakımdan tavus kuşunun şahsiyeti, geriye doğru mânasız ve değersiz yumurta kırıklarında değil, ileriye doğru müstesna bir renk ve çizgi heyetindedir… İşte milliyetçiliğimizin tek ve kesafetli bir misal içinde ruhu!..

İsterse karga veya devekuşu yumurtasından çıkmış olsun, neticede bütün şartlariyle tavus kuşu olabilen her varlık, tavus kuşunun bütün hakkına maliktir… İşte milliyetçiliğimizin tek ve kesafetli bir misal içinde kıymet ölçüsü!…

Demek ki biz, gerçek milliyetçiliği, geriye doğru değil, ileriye doğru, menba istikâmetinde değil, mansap istikâmetinde, tohum üstünde değil, ağaç, üstünde karar kılıcı bir anlayış ve görüşe bağlıyoruz.

Bu demektir ki, biz, tarih plânında fışkırışımıza zemin teşkil eden ırk ve toprak şartlarını geride bırakmış; her türlü ırk ve toprak hakikatine ilgili, fakat her türlü ırk ve toprak yobazlığına düşman, ileri bir görüş ve anlayış içinde milliyetçiyiz.

Amma yumurta olmazsa tavus olmazmış; varsın olmasın, bu zaruret bize hiçbir şey kaybettirmez. Dairenin bulunduğu her yerde mutlaka bir merkez bulunacağı, fakat her merkez bulunan yerde mutlaka bir daire bulunmayacağı gibi tavus, yumurtayı ihata ve ihtiva eder de, yumurta tavusu ihata ve ihtiva edemez.

Bizim milliyetçiliğimiz, belli başlı bir topluluğa ait madde ve kemmiyet hakikatlerinin mâverâsında, sadece ruh ve keyfiyet vâkıalarına bağlı, cevherini posasından süzen ve yalnız cevhere nisbet kabul eden bir telâkkiden ibaret.

Türk, bizim nazarımızda, belli başlı bir inanış, bağlanış, düşünüş, seziş, hatırlayış, duyuş, davranış ve bildiriş hususiyetleri içinde, belli başlı bir iman, mukaddesat, tefekkür, tahassüs, hayal, hatıra, meşrep, eda ve lisan birliğinin ördüğü, tek nüshalı ve şahsiyetli bir ruh nescinden ibarettir; mutlak ve müstakil bir vâhit temsil eden bu ruh nescinin zarfı da Anadoludur.

Ya şu boyuna Türk ruhu, Türk ruhu dediğimiz şey nedir ki?.. Türk ruhu dediğimz şey, iki vâhidin mecmuundan ibarettir: biri, onu kendi dışında olduran, öbürü de bu olan şeyi kendi içinde renklendiren, şekillendiren, seslendiren, kokulandıran, iklimlendiren iki vâhit…

Vâhitlerden ilki, Türkün duygu ve düşünce mihrakında pırıldayıcı mutlak ve müstakil iman ışığı, ikincisi de bu ışık etrafında, hususî ve mahallî, bütün bir tahassüs ve tefekkür seciyesidir.
Vâhitlerden ilki, ırk ve kavim seviyesinin üstünde, bütün insanlar çapında ve hâkim; öbürü de yalnız ırk ve ka vim kadrosunda ve tâbidir.

Demek ki, zaten aslında ve lûgatta bir kavmin ruhunu dayadığı iman kaynağı mânasına gelen ve son zamanlarda gerçek delâletinden kaydırılıp kavmiyet mânasına kullanılmaya başlayan milliyetçilikten anladığımız, bir zarf işi olmaktan ziyade bir mazruf işi; ve mazruftaki dünya görüşüne, insan, cemiyet ve kâinat telâkkisine bağlı bütün bir tahassüs, tefekkür, eda ve ifade kadrosu işçiliğidir.

Bu ruhî ve kadronun ırkî plânda kendi maddesine karşı sevgisi, ancak belli başlı bir vâhidin doğurduğu böyle bir ruha yataklık etmekten ibaret ve yalnız bu kayd ve şartla sınırlıdır.
İşte bizim milliyetçiliğimiz; İslâma bağlı Türk ruhunun, bu mutlak kadro içinde Türk duygu ve düşünce hususiyetlerinin milliyetçiliği!..

Ve işte cihan ölçüsünde milliyetçilik!..

(İdeolocya Örgüsü/ Necip Fazıl Kısakürek)

Ziya Gökalp Milliyetçiliği




Ziya Gökalp Milliyetçiliği


Atatürk’ün ‘‘etimin ve kemiğimin babası Ali Rıza Efendi ise fikrimin babası O’dur’’ dediği ve Kemalizm’in tezahüründe milliyetçilik anlayışını oluşturan Ziya Gökalp’in görüşleri önem arz eder. Bu milliyetçilik anlayışı bugünün ülküsü çerçevesinde de kimilerince hala kabul görmekte ve ‘aydınlanma’nın anahtarı kabul edilmektedir. Türkiye’de sosyolojiyi kurumsallaştıran, sosyolojinin akademik kurucusu Ziya Gökalp’in temel sorunu olan kimlik problemi ve bu sorun etrafında şekillendirdiği görüşünün etkili olmasının en önemli sebeplerinden biri sosyolojinin kurumsallaşmasıdır.


Ziya Gökalp deyince akla ulus, millet, sosyoloji, hars-medeniyet (milli kültür-medeniyet) ayrımı, millet bilinci, Türkçülük veya Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak gibi ideolojisinin temel prensipleri olan kavramlar gelir. Ve elbette kaynak şahsı Durkheim… Gökalp de Durkheim’ın görüşü olan ‘toplum insandan öncedir’ anlayışıyla hareket eder. Aslolan toplumun düzenliliğini ve sürekliliğini sağlamaktır. Toplumdaki tüm çıkar ve farklılıklar bir yana bırakılıp toplumun varlığı üstünde durulmalıdır. Ferdin sosyalleşmesi ‘kollektif bilinç’ kavramıyla açıklanır. Kollektif bilinç; insanın içinde yaşadığı toplumun bilinmeyen, tarih öncesinden kaynaklanan sevinç ve üzüntüleri üzerine oluşturulan ortak ihsastır. Mesele kollektif bilincin nasıl şekillendiği meselesidir. Gökalp ‘kollektif şuur’a ‘millet şuuru’ der. ‘‘Bir topluluk fertlerinin ortak vicdanında şuurlu bir bilinçlenme olmadıkça sosyal bir toplum niteliğini kazanamaz.’’(1) Buna göre Meşrutiyetten önce ‘biz Türk milletiyiz’ kavramı Türklerin ortak şuurunda yerini bulamadığı için Türk milleti de yoktu. Millet şuurunun olmadığı yerde geçici topluluklar vardır. Toplulukların millet şuurunda olması ise toplumu oluşturur ve ölümsüz yaşayacak olanlar toplumlardır, yani milletlerdir. ‘‘Ziya Gökalp’e gelinceye kadar, Tanzimat ve Tanzimat sonrası fikir adamında Garplı tesir, (Bonmarşe)den satın alınmış ve Türk evinin bir köşesine oturtulmuş, oyuncak bir (maket) halindedir. İlk defa olarak Ziya Gökalp’ta bu muamele, Karabük fabrikası gibi, fikir topraklarımız üzerine kurulmuş, ciddi bir tesis manzarası arzeder. Muharrik kuvvet, makine, cihaz kendisinin değil, fakat tatbik sahası, ham madde ve iş kendisinindir. Ziya Gökalp’in (Dürkhaym)cılığını böyle anlamak ve onu, maskara (Güstav Löbon) ve (Beykın)cılardan böylece ayırt etmek lazımdır.’’(2)


Gökalp 1915’te kurduğu Darü’l İçtimaiyyat’tan önce çıkardığı İçtimaiyya mecmuasında Durkheim’dan çevirilere yer verir. Bunlar akademik olarak kurumsallaşmanın işaretleridir. Üstad’ın tespitiyle Gökalp, giden Şarkla gelen Garp arasındaki mahsup sırrını ve kıymet hükmünü heceleyecek görüş çapında olmamakla beraber –kimilerince sosyolojinin gerçek kurucusu olan- Durkheim’in yöntemini, işlevini kaynak olarak kullanıp bünyesine tahvil etmesi mahiyetinde ıslahçılık davasında en büyük fikir hissesinin verilmesi gereken şahıstır. ‘‘Birinci Dünya Harbi kadrosu içinde Türk cemiyeti, Tanzimat dan beri ilk defa olarak, halis ve şahsî öz fikir adamına kavuşur gibi olur. Hiçbir felsefe mektebi ve fikir sisteminin tam ve tek mümessil mübdii olmasa da, Ziya Gökalp okuduğunu anlamış, Garpla temasını en mahrem planlara kadar derinleştirebilmiş, meyil ve nisbet gösterdiği fikir sistemini kendi ferdî ve içtimaî şartları içinde yoğurmaya çalışmış, onu samimi bir şahıs ve millet davası haline getirmeğe savaşmış, ilk Türk tefekkür adamıdır.’’(3)


Gökalp’in Türkçülüğü, halk arasında kalmış olan Türk kültürünü arayıp bulmak ve Batı medeniyetini tam ve canlı bir biçimde ele almak suretiyle Türk milletini yükseltmek demektir. Bu ‘Türklük şuuru’ kendini arama ve bulma iştiyakının ilk hamlesiydi. Formül; ‘Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim’. ‘‘Türkçüler tam olarak Türk ve Müslüman kalmak şartıyla Batı medeniyetine tam ve kesinlikle girmek isteyenlerdir. Fakat Batı medeniyetine girmeden önce, milli kültürümüzü arayıp bularak ortaya çıkarmamız gerekir.’’(4) Kültür tek bir milletin ahlaki, hukukî, bediî, ekonomik, dinî, yaşayışlarının müşterekliği ve uyumudur. Medeniyet ise bu unsurlarda müsavi gelişmişlik mertebesinde bulunan birden fazla milletin içtimaî hayatlarının müşterekliğidir. Yani kültür milli olduğu halde, medeniyet milletlerarasıdır. Kültür içine giren şeyler insanların istekleri ile sun’î olarak oluşmamıştır. Medeniyet ise kişisel iradelerle oluşan, yöntemlerle meydana gelen bir yapıdır. ‘Millet’in kelime manasını ele almadan sosyo-kültürel bir yapı olduğunu göz önünde bulundurursak ve milliyetçiliği de bu millet tanımından hareketle bir ideoloji olarak değerlendirirsek Türkçülük anlayışında milleti meydana getiren maddî ve manevî unsurlardan en önemlisi olan mefkure birliğini ‘Türk milleti, İslam ümmeti, Batı medeniyeti’ formülü içinde Türk kültürünü ve Müslüman kimliğini kaybetmeden muasır medeniyet olan Batı medeniyetine erişmek olarak izah edebiliriz. Bu Batı medeniyetine geçme serüveni içinde Türk islamla birlikte içinde bulunduğu Doğu Medeniyeti’nden çıkmalı ve elindeki değerleri Batı Medeniyeti’ne nispet etmelidir. Bunun pratikteki tezahürünü Ziya Gökalp’in ‘Türkçülüğün Esasları’nda görürüz; dilde, estetikte, ahlakta, hukukta, dinde, ekonomide, siyasette ve felsefede Türkçülük… Her unsurda mefkûrenin Batı Medeniyeti olmasına binaen bir arayıp bulma, ortaya çıkarma ve sahiplenme varken din sahasında bazı değişiklikler yapılması gerektiği düşüncesi önemi haizdir. Zira İslam denildiğinde Türk’ün kimliğiyle bütünleşmiş bir medeniyet anlayışı da tecelli etmektedir. Bu medeniyetten diğerine geçmek, muasırlaşmak için yapılması geren şey buradakileri oraya irca etmektir; Türkçe ezan, Türkçe ibadet vs… Burada peşin kabul ve redd tavrından ziyade iş siyaset bilimi ve felsefesinin eline geçmelidir. Zira ideolojik tavra ‘neden, niçin’ lerle yaklaşmak boş ve anlamsızdır. Önemsenmesi gereken şey başta koyulan mefkûre ve ele alınan ıstılahların değerlendirilmesidir. Bu minvalde milliyetçilik anlayışının ‘devlet’in teşkilatlanması akabinde tecelli eden bir görüş olduğunu söylersek yanılmış olmayız. İçtimai ilişkilerle ortaya çıkan kimlik ve örgütlenmenin en üst düzeyi ‘devlet’ olarak karşımıza çıkar. Böyle bir örgütlenme zaruretinin en önemli sebepleri toplumlar arası çatışmalar ve üretimde düzenliliğin sağlanması ihtiyacıdır. Bu, ‘devlet’in sosyolojik esasları kabul edilirken daha önce de belirttiğimiz gibi Gökalp ‘insan toplumdan öncedir’ fikrini savunmaktadır. Bundan kasıt, her ferdin bir topluma ait olması, aidiyetle dünyaya gelmesidir ve buna göre de ferdin vazifesi içinde bulunduğu toplumun kültürünü keşfederek muasır medeniyete irca etmesidir.


Devletin teşkilatlanma tekâmülü için sosyolojiye bakıldığında site devlet-imparatorluk devleti-feodal devlet-modern dönemde ulus devleti ve nihayetinde uluslar-üstü bir yapılanmaya gidilen bir tekâmül çizgisi karşımıza çıkar. Zaruretten ortaya çıkan bir teşkilatlanma bu tekâmül çizgisinde tutunacak bir dal, ayakta kalmak için bir ‘mutlak’ meydana getirmiş ancak son raddede ona koyulan nokta mevcudiyetinin yitirilmesi olmuştur. Elbette bu tekâmül çizgisi ve devlet anlayışı bize Batı’nın mirasıdır. Tarihi arka planında Batı, karşılaştığı sorunları devlet olmadan da çözmüş, devleti hep tırnak içine almış. Buna mukabil Doğu’da devlet Tanrısal bir güç, Tanrı’nın yeryüzündeki temsili olarak düşünülmüştür. Batı’da devletin ortaya çıkışındaki zaruretler ferdidir ve çizilen tekâmül çizgisinde de hep o ferdiyetçiliğin izleri görünür. Kendi yayılmacılığını meşrulaştırmak için, kendi dönemlerini âlemşümul kılma çabası içine girmektedir. Bu yüzden Fransız İhtilali’nin en önemli ilkelerinden biri de ‘evrenselcilik’ olmuştur. Bütün bunlar, bir mefkûre olarak belirlediğimiz ve çerçevesi içine soktuğumuz içtimai bütün unsurları tahvil etme gerekliliği içinde olduğumuz Batı Medeniyeti’nin sadece Türk’e değil her millete biçtiği sonun mevcudiyetini yitirmesi olduğunu göstermeye yeterlidir.


Ziya Gökalp Tanzimat ve Tanzimat sonrası fikir adamındaki Garplı tesiri kendi bünyesine mal ederek Türkçülüğü oluşturmuş ancak son tahlilde iş muasır Garp medeniyetine ulaşmak için örülmüş hususî bir dünya görüşü kaynağından mahrum bir ideoloji ortaya çıkmıştır.


Bir adam düşünün ki duvara ateş ediyor sonra vurduğu noktanın etrafına halkalar çizerek o noktayı merkez kılıyor. Oysa önce merkezi belirleyip sonra oraya nişan alması icab ederdi. Üstad’ın ifadesiyle; ‘Büyük ruh zemininden yoksun bir hamle’, ilk hamle… Osmanlıca’da ‘millet’ kelimesi Arapça aslî manası içinde ‘din, inanç, şeriat, bir din veya mezhebe bağlı olanların tamamı, ümmet…’ gibi dinî anlamlar ihtiva eden manasıyla kullanılmış 20. yy başlarında ise Fransızca/İngilizce nation kavramına karşılık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu kelime manası içinde ‘milliyetçilik’ de ‘ümmet’e tekabül etmektedir. ‘‘Demek ki, zaten asılda ve lugatta bir kavmin ruhunu dayadığı iman kaynağı manasına gelen ve son zamanlarda gerçek delaletinden kaydırılıp kavmiyet manasına kullanılmaya başlanan milliyetçilikten anladığımız, bir zarf işi olmaktan ziyade bir mazruf işi; ve mazruftaki dünya görüşüne, insan, cemiyet ve kainat telakkisine bağlı bütün bir tahassüs, tefekkür, eda ve ifade kadrosu işçiliğidir.’’(5) Ve işte cihan ölçüsünde milliyetçilik!


1-Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Toker Yayınları sf 76-77

2-Necip Fazıl Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, sf 183

3-Kısakürek, sf 183

4-Gökalp, sf 50

5-Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, sf 404


Zeynep Dilşad Karaca

Denktaş Perinçek'e Kefil Oldu

Beykent Üniversitesi tarafından düzenlenen ''1. Uluslararası Strateji ve Güvenlik Çalışmaları Sempozyumu''nun açılışında konuşan Denktaş daha sonra, basın mensuplarının sorularını yanıtladı.''AK Parti hakkındaki kapatma davasına ilişkin'' sorular üzerine Denktaş, yargıdaki konu hakkında söz söyleme hakkı olmadığını ve herkes ne kadar az konuşursa o kadar iyi olacağını söyledi.Denktaş, Ergenekon soruşturması hakkındaki sorulara karşılık, İlhan Selçuk'u tanımadığını, ancak dün hastaneye giderek ziyaretçi defterini imzaladığını belirterek, Selçuk'un yazılarından tanıdığı değerli bir kişi olduğunu söyledi.Rauf Denktaş, ''Hiçbir şekilde ne onun, ne de benim tanıdığım diğerlerinin, sayın İlsever, Perinçek, Alemdaroğlu gibi kişilerin Türkiye'de hükümet devirecek, gizli eylem yapacak, yaptıracak insanlar olmadığına parmak basarım. Bu inanılacak bir şey değil. Kendilerini çok yakından tanıyorum. İnşallah gerçek çok yakın zamanda meydana çıkar ve bu insanlar serbest bırakılır. Olacak iş değil. Zaten sayın İlhan Selçuk'u içeri aldıkları gün işin ciddi olmadığını anlamıştım'' diye konuştu.

17 Nisan 2008

-----------

Rauf Denktaş

Kitapta yer alan ilgiç anekdotlardan birisi de, Denktaş’ın mason oluşuna ve mason locasından ayrılışına ilişkin. Denktaş, 1950’de Başsavcı Kriton Tornaridis’in önerisi üzerine mason olmaya karar veriyor. Tornaridis, "Bu kardeşlik ve dayanışma kulübüdür" demiştir kendisine.
Ancak 1963 Kanlı Noel’i Denktaş’ın masonluk üzerindeki kuşkularını tam anlamıyla derinleştirecektir: "Rum kardeşlerin hiç de kardeş olmadıklarını görmeye başladım. 1963’ten sonra üyelikten düştüm, çünkü 1968’e kadar aidat ödemedim. Toplantılara katılmadım. Ben bu ocakta beklenen dayanışmayı ve dostluğu bulamadım. Belki de EOKA devri olmasaydı işler başka türlü olurdu. 1968’de adaya döndüğüm zaman locadan istifa ettim. İstifa mektubunu da loca başkanı Griffith Willam’a verdim. "
Sayfa: 122

(Rauf Denktaş / Nur Batur)

Kaynak:





Doğu Perinçek:

12 Eylül öncesinde Maocu olan Perinçek'e ait Aydınlık adlı dergide resimleri ve açık kimlikleri teşhir edilmek suretiyle hedef gösterildikleri için, dev-sol ve dev-yol mensubu komünistler tarafından şehit edilen ülkücü gençlerimizi unutmadık.





İlhan Selçuk:


İlhan Selçuk merhum Türkeş'i tarif ediyor


Başlık: “Başbuğ, ama ne başbuğ?” ilk satırlar:

“Başbuğ’u tanıyorsunuz, gazetelerde sık sık fotoğraflarını görüyor, konuşmalarını okuyorsunuz. Tarif edeyim size, dümdüz arkaya taralı saçları, çizgi gibi incecik ağzı, bataklık suyu gibi karanlık bakışları var… Tanıdınız değil mi? Adı Alparslan Türkeş.”

21 Ağustos 1969

Kaynak



Kemal Alemdaroğlu

Yıllarca İstanbul Üniversitesi'nde Rektörlük yapan, baskıcı ve hukukdışı uygulamaları ile özellikle başörtülü öğrencilere büyük acılaryaşatan Kemal Alemdaroğlu, Karaköy Rotary Kulübü Başkanlığı'na getirildi.

08 Temmuz 2007


Kaynak

Gelelim Nihâl Atsız'a...



Gelelim Nihâl Atsız'a...


Sene 1950... Büyük Doğu idarehanesine gelmiştir. O zamana kadar tanıdığım ve yüzyüze geldiğim biri değil. Yalınız koyu ırkçılığı ve (Hitler) vâri sağ kaşı üzerine uzattığı saçlariyle (karikatür)leştirdiğini bildiğim, Dr. Rıza Nur yetiştirmesi bir adam... Peyami Safa onun için, Nâzım Hikmet'e koyduğu teşhis ile "tam bir ahmak!" derdi:


- Havası, esprisi, mizaç renkleri olmayan biri...


Konuştuk. Büyük Doğu'ya hayranlığını ve hele "îdeolocya Örgüsü"ne diyalektiği bakımından büyük alâka duyduğunu belirtti. Onunla komünizma ve belli başlı bir şahsa düşmanlık mevzuunda birleşiyorduk; fakat bu (antitez)lere karşılık asıl (tez) bahsinde apayrıydık. O, Türkçülük hissinden geliyor, bizse İslâm fikrinden yola çıkıyorduk. O, ideolocyalaştırılması imkânsız bir duygunun adamıydı; bizse her hissi potasında eriten bir düşüncenin bağlısı...


Bir gün onu evime çağırdım. Tam bir nefs ve dünya muhasebesine girişelim diye... Yanına iki arkadaşını alıp geldi: Fethi Tevetoğlu ve Nurullah Banman... Sabaha kadar konuştuk. Kafa ve ruh çilesine sahip bir insan olmaktan çok uzak göründü bana... Bir milletin hayrı diye bir dâva olamazdı. Ancak bütün insanlığa dağıtımı kabil, beşeriyet çapında bir dâva...


Ona sordum:- İslâmiyet hakkında ne düşünüyorsunuz? Hemen cevap verdi:


- Milletimin dinidir; hürmet ederim!


- Ya milletinizin dini Şamanlık olsaydı?..


İslama böyle bir iltifat, onu topyekûn reddetmekten beterdi. Kıymet, millete verilmiş ve İslâm tâbi mevkiine düşürülmüş oluyordu. Halbuki biz, Türk'ü müslüman olduğu için sevecek ve müslümanlığı nispetinde değerlendirecek bir milliyetçilik anlayışı peşindeydik ve bu anlayışa "Anadoluculuk" ismini veriyorduk. Bir konferansımızda, 15 yıl sonra söyleyeceğimiz gibi, "eğer gaye Türklükse mutlaka bilmek lâzımdır ki, Türk müslüman olduktan sonra Türktür!" tezini güdüyorduk.


Nihâl Atsız'ı budalalığı ve ezberci kültürü içinde son derece sığ bir insan olarak böylece yaftaladıktan sonra, onunla ortak olduğumuz nefret kutupları üzerinde 1950 ve 1958 Büyük Doğu'larında bazı yazılarını da neşrettik. 1958 Büyük Doğularında beni, Adnan Menderes'in sermayelendirdiğini zanneden Nihâl Atsız, isminin imlâsını Etnan Bey diye yazdığı Adnan Menderes'in güya bize yağdırdığı nimetlerden pay istediğini bana mektupla bildirmeye ve yazılarına ödenen paranın azlığından şikâyet etmeye kadar gitmiştir.


Onunla asıl ayrılığımız ve karşılıklı nefrete kadar giden aykırılığımız, ismine ihtilâl dedikleri 1960 gece baskınından sonradır. Hadisenin ikinci günü telefon başındayım ve onunla konuşuyorum:


- Atsız, ne dersin bu hâllere?


- Ne diyeceğim, pekâlâ derim. Seni hâlâ tevkif etmediler mi?


- Niçin tevkif etsinler beni?- Şeriatçiliğinden ve Etnan Bey'e bağlılığından ötürü...


- Ya seni niçin tevkif etmiyorlar?


- BEN DİNDAR DEĞİLİM Kİ!..


Telefonu nefretle yüzüne kapattım ve ölünceye kadar yüzünü bir kere bile görmedim.


İhtilâlden sonraki Büyük Doğu'lar ve bütün Anadolu'yu telgraf hatları gibi ören konferanslarım, onun temsil ettiği, ruhî muhteva dışı posa Türkçülüğünün iflâsını bana gösterdi; ve Nihâl Atsız Bey, "Ötüken" ismiyle çıkardığı dergide Kâinatın Efendisine, hiç bir rezilin kullanamıyacağı sövme kelimeleriyle saldırırken, O'nun ümmetinden en hakîr fert olmanın üstüne şeref tanımayan beni de ihmâl etmedi ve şahsî hayatıma ait türlü iftiralarla lekelemeye davrandı. Nihayet, davasının, türlü sulandırılma ve diriltilme tecrübelerine rağmen silinen izleriyle beraber hiçbir iz bırakmadan silinip gitti.


Bir gün büyük Doğu neslinin pırıltılı neşterini saplayacağı ümidini muhafaza ettiğimiz "Babıâli" ufunetini göstermek için bu kadar misâl yeter.Türkiye'nin birbuçuk asırdır beklediği gerçek ruh ve kültür ihtilâli, önce "Bâbıâli"nin millileştirilmesi, ahlâkîleştirilmesi ve temel görüşe oturtulmasiyle başlayacaktır.


(Bâbıâli / Necip Fazıl Kısakürek)